YALAN VE YALANCILIK

YALAN VE YALANCILIK
Yalanı saklamak nereye kadar olanaklıdır? Ne kadar saklarsan sakla bir yeri mutlaka açıkta kalır; ya ortası, ya uçları.
Peki, nedir yalan ve kime yalancı denir?
Gerçeğe aykırı olan ve insanları aldatmak, kandırmak ereği üzerine kurgulanmış her türlü söz, söylence “YALAN” olarak tanımlanır. Bu ereğe yani yalana uygun olarak kurgulanmış sözler eden, bunu alışkanlık haline getirmiş kişiye de “YALANCI” deniyor.
Bir adamın gereksiz baş ağrıtıcı sözlerine bir de yalanları eklenirse o adam için artık yiğitlik, cömertlik, iyilikseverlik, insaniyet yolu kapanmış demektir.
Bir insan , -yalan söyleyene ne kadar insan denebilirse- diliyle, eliyle, gövdesiyle, koluyla, bacağıyla, olmayan yüreğiyle ne kadar yalan söylese ve çevresini inandırsa da, yine de onu ele verecek ve yalancılığını haykıracak bir organı vardır ki kesinlikle yalancıyı ele verir; gözleri, gözlerdeki bakışları.
Yalan ve yalancı üzerine söylenecek o kadar çok söz var ki!
Son günlerde, hele de ülkemizde söylenen yalanlar uç uca eklense Hakkâri’den Tekirdağ’a, Marmaris’ten Artvin’e köşegen yol olur da yine de ucu bucağı kestirilemez.
Yapamayacağı ya da yapmadığı işleri bile “ yaptım” diye ileri sürerek mangalda kül bırakmayan kişilere “Yalancı Pehlivan” dendiğini bilmeyen mi var?
Mumu ancak yatsıya kadar yanar yalancının. Yalanları bir yere kadar etkili olsa da insanlar üzerinde, uzun süre aldatamazlar insanları; er geç gerçek anlaşılır.
Başkasının uydurduğu yalanları, işine geldiği için gerçekmiş gibi sahiplenen ve yaymaya çalışanlara “başkasının yalancısı” denir ki, gerçek yalancıları aratmayacak kadar tehlikelidir bu tip yalancılar.
Yalan büyük olduğu ölçüde inananları da, etkisi de o kadar çok olacaktır. Yalancılar aynı zamanda ikiyüzlüdürler. Hiç bir şey yapmadıkları halde, her şeyi kendilerinin yaptıklarını, başardıklarını ileri sürerek insanları etkilemeye çalışırlar.
Yalancılar bellekleri çok güçlü insanlardır. Söyledikleri yalanları unutmayarak, bu yalanları defalarca tekrarlayarak insanları inandırmaya yönelik üstün bir beceri gösterdiklerini yalanlamak olanaklı değildir.
Yalancıların, kendisinin yalanları üzerine ne kadar yalanlama olursa olsun zeytinyağı gibi üste çıkmakta üzerlerine yoktur: yalancılar gerçeklerin üzerini örtmek için akla, hayale gelmedik yeni yalanlar düzmekte pek yeteneklidirler.
Yalancıların en önemli özelliklerinden biri de, gerçekleri ortaya koymaya çalışanların üzerine en ağır küfürlerle gitmekte gösterdikleri kararlılıktır.
Yalancıların yalanlarına ortak, taraftar bulabilmek için önemli özellikler gösterirler; Yalanlarıyla, ereklerine ulaşmak için kendi yalanlarını yaygınlaştıracak yeni yalancılar yaratırlar.
Yarattıkları yeni yalancılarla, elde edeceklerinin bir bölümünü gizlice paylaşarak onları suçlarına ortak haline getirirler.
Peki, insanlar hiç mi yalan söylememelidir?
Eğer bir toplumu daha iyiye götürecek bir durum söz konusu ise, burada söylenebilecek suçsuz yalanlardan söz edilebilir. Ama bu tür yalanların bile toplum içinde hangi ölçüler içinde doğru bulunabileceğini tartışmak gerekebilir.
Yalan, ayakta kalabilme yollarından biri olarak bütün insanlık tarihinin kara yüzü olarak hükmünü hâlâ sürdürüyor.
Günümüzde bile en küçük topluluk aileden başlayarak, ereklerini yalanlarla, dolanlarla gerçekleştirmek üzerine kuran taraftar ve topluluklar hâlâ var ve birlikte yalan söyleyerek bir arada ve ayakta kalmaya çalışıyorlar.
25 Şubat 2014
Ahmet Nişancı

KADINLARIN SAVAŞI VE DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

KADINLARIN SAVAŞI VE DÜNYA KADINLAR GÜNÜ (düzeltilmiş metin)
BAKIŞ / Ahmet NİŞANCI 7 Mart 2009
a-nisanci@hotmail.com
Kadınların erkeklere üstünlük değil, hiç değilse eşit olabilmek için tarih boyunca verdiği onurlu savaş bitmedi ve biteceği de yok bu gidişle.
İnsanın varoluşuyla başlayan sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal yönetime katılım gibi alanları içine alan kadın / erkek cinslerin birbirine üstün olma kavgaları bugüne kadar hep erkeklerin üstünlüğüyle sonuçlandı.
Kadınların haklarını elde etmek için kendi aralarında kuracakları dayanışmalar hem kendi hemcinsleri hem de erkek egemen yapı tarafından engellendikçe de başarıya ulaşamayacak gibi görüyor.
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün yaptırdığı bir araştırmaya göre;
Dünyadaki işlerin % 66’sı halen kadınlar tarafından yapılıyor, ama kadınlar buna karşın toplam gelirin ancak % 10’unu alabiliyor ve kadınlar dünyadaki mal varlığının ancak % 1’ine sahipler.
Türkiye’de evli kadınların % 18’i köylerde yaşıyor ve bu kadınların % 76’sı eşleri (kocaları) tarafından dövülüyor. Tüm kadınların % 57’si evliliklerinin ilk gününden itibaren şiddetle karşılaşıyor ve aile içi suçların %90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor. (Milliyet Gazetesi, 8 Mart 2001)
8 Mart 1857’de New York’da tekstil dalında çalışan kadınların düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek için başlattıkları bilinçli ilk işçi kadınlar grevi, polisin grevi kırmak için kadınları fabrikaya kapatması ve kadınların üzerine saldırması sonunda çıkan yangında 129 kadın işçinin yangında can vermesiyle sonuçlanmıştı.
Kadınların bilinçli ilk sosyal başkaldırısı olan 1957 hareketi kadınların haklarını alabilmeleri için gerçekleştirdikleri bir lokomotiftir.
8 Mart 1908’de yine New York’ta ve yine kadın tekstil işçileri 51 yıl önceki isteklerine ek olarak kadınlara oy hakkı ve çocuk emeğine son verilmesi için başlattıkları eylem Amerikan Sosyalist Partisi tarafından 1909 28 Şubat’ının Ulusal Kadınlar Günü olarak kutlanması sonucunu doğurdu.
1910 yılında gerçekleşen 2.Sosyalist Enternasyonal Kongresi’nde Clara Zetkin’in önerisiyle 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edildi.1960’lı yıllara kadar
Bu önemli karar ve güne sadece sosyalistler sahip çıktılar.
Birleşmiş Milletler Örgütü 1975 ‘te, dünyada etkisini artıran feminist hareketleri de göz önüne alarak, sadece işçi kadınların değil, kadınların yaşamın her alanında yaşadıkları sıkıntıların ve problemlerin çözümüne başlangıç olmasına öncülük etmesi düşüncesiyle 8 Mart gününü Dünya Kadınlar Günü olarak ilân etti.
O günden günümüze fazla değişen bir şey yok. Kadınlar ve çocuklar üzerindeki zora ve güç kullanımına dayalı baskılar, ekonomik ve sosyal hakların kısıtlanmasıyla, cinsel tacizlerle ve insan haklarının çiğnenmesiyle sürüp gidiyor. Toplumların aşağıya birkaçını aldığımız örnekler doğrultusunda yönlendirilmesi durdurulamadıkça da sürecek.
İşte cinsler arasındaki eşitsizlikler için rehber görünen bazı örnekler:
Havva yasak meyveyi yediğinde Allah ona şöyle sesleniyor; “Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana egemen olacaktır.” Bu ne demektir? Erkek efendidir ve kadın onun kölesidir, çünkü tanrı böyle istedi.
Aziz Pavlus:”Her kadının başı erkek, her erkeğin başı Mesih ve Mesih’in başı Allah’tır.
Kur’anda: “Erkekler kadınlar üzerinde egemendir. İtaat dairesinden çıkmalarından korktuğunuz kadınlara nasihat edin, yatağınızı ayırın, hafifçe dövün…”(Nisa, 54)
“Erkeklerin hakkı, onlardan bir derece fazladır.”(Bakara, 228)
“Kadınlarınız çocuk yetiştiren ekin tarlalarınızdır; tarlanızı istediğiniz gibi kullanınız. (Bakara, 228) deniyor.
Ya bazı filozoflara ne demeli? Kadın düşmanlığında erkek egemenliğine sınır yok. Erasmus, deli ve saçma bir hayvan olarak görmüş kadını. Platon ve Nietzsche bile kadın düşmanlığında diğerlerinden geri kalmıyorlar.
Aristophanes: “Dünyada bir kadından daha beter bir şey olamaz, tabii ki başka bir kadın hariç.” demiş, inanabiliyor musunuz?
Ben de diyorum ki: ”Varlığımızın yarısı ve yaşamımızın anlamıdır kadın. Bu dünyanın güzelliklerini gösteren bir ayna, öte dünyamızın cennetidir kadın. Değerini bilene altın kadehle sunulan şarap, anlayamayana bir bakır tas içinde ağu’dur kadın.
Nazım’ın deyişiyle: “Anamız, bacımız, yarimizdir kadın.”
TÜM DÜNYA KADINLARININ SAVAŞINI KUTLUYOR, BÖLÜŞÜLMEYİ GEREKTİRMEDEN YAŞANACAK BİR DÜNYANIN ANCAK KADINLAR SAYESİNDE OLACAĞINA İNANAN ERKEKLERİN ÇOĞALMASINI DİLİYORUM.

İSRAİL ÜRÜNLERİNİ NİÇİN TANIMALI VE TANITMALIYIZ?

İSRAİL ÜRÜNLERİNİ NİÇİN TANIMALI VE TANITMALIYIZ?
BAKIŞ/Ahmet NİŞANCI 15 Ocak 2009
a-nisanci@hotmail.com

BİOTHERM –FRUITOPIA- CONNECTING PEOPLE –VICHY LABORATOIRES –
KIWI- HUGGIES -JOHNSON A JOHNSON –IBM -– VICTORIAS SECRET-
KOTEX – NEWYORK AND COMPANY –ICQ –DELTA – KITKAT ––ACSTE –
LOVOBLE – CNN – BANANA REPUBLIC – BATH UND BODY WORKS – INTEL-
OFİC DKNY -CALVİN KLEIN – APEX SUPPLY COMPANY – EXPO DESİGM
CENTE – JIMMY DEAN-GEORGIA LIGHTING – SCHWEPPES ARSENAL –
MAINTENANCH WAREHDUSE -VILLAGERS -HARDWARE – LABORATOIRES
GARNIER – SARA LEE – SKY –HEMA- SPRITE HANES – TIMBERLAND –
20 th CENTURY FOX – INTIMATE BRANS -DONNAKARAN NEWYORK –SOSSARD
– HILLS HIRE FARM – HANES -Dr.PEPPER-FANTA – TURL MY SIZE –KIMBERLY-
JO MALONE LONDON HARPER COLLINS – CLARK – STARBUCKS CAFFEE –
THE HOME DEPOT – VICHY – HR HUGGIES-JOHNSON A JOHNSON – NOKIA
Yukarıda iyi anlaşılabilmesi için ayrı renklerle verdiğimiz sözcüklere dikkatinizi veriniz. Bunlar İsrail Devleti’nin doğrudan yada dolaylı yollardan ülkemizde de satışa sunduğu malların listesidir. Bu listedeki malları satın aldığımız için İsrail Devleti’nin halkımıza teşekkürlerini ve bunun nedenlerini listeleyen bir elektronik posta aldım. Bunu okurlarımızla paylaşmak için yazıyorum bu yazıyı. (Bu listedeki şirketlerin adlarını doğru yazabilmek için büyüteç bile kullandım, buna rağmen yanlış yazımlar olabilir; şimdiden özür dilerim.)
İsrailliler diyor ki; “Mallarımızı satın alarak:”
1.Bize kazandırdığınız paraların bir kuruşunu bile boşa harcamıyoruz.
2.Dünyanın başına bela olan Filistinli pis Müslüman teröristleri öldürerek, onlara aman vermeden hepinizin huzur içinde uyumanıza (uyutulmanıza) yardım ediyoruz.
3.Tankımızla, tüfeğimizle, askerlerimizle, çoluk çocuğunuzla sevgi ve istekle bize verdiğiniz paraların ve görevin gereğini yerine getirmekte asla duraksama göstermiyoruz. 4. Bize verdiğiniz desteğe devam edin ki kalan üç beş Müslüman köpek teröristi de temizleyebilelim.
5. Listedeki ürünlerimizi satın alarak bize silah sağlamamızda yardım eden her Türk’ü, İsrail taraftarı oldukları ve bizi destekledikleri için alkışlıyor ve…
Ayrıca;
6. Türk Ulusu’nun öz varlıkları olup, özelleştirerek bize devrettiğiniz şirketlerle kazandığımız paralar da ilk 5(beş) maddede saydığımız faydaları sağlamada bize büyük katkı sağladığından Türk Hükümetlerini,
7.Türk-İsrail Parlamento Dostluk Grubu olarak devletimize dostluklarını gösteren çeşitli partilerden yaklaşık 400’e yakın T.B.M. Meclisi üyelerini saygıyla anıyor ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.
SORU 1.Ey Türk Halkı! Buraya kadar yazdıklarımın altına siz olsaydınız acaba neler yazardınız?
SORU 2.)İsrail Devleti bizim için şöyle mi söylemiş oluyor acaba; ne dersiniz?
“1.Türk Ulusu ve Türk halkı, İsrail Devleti’nin dünya barışını sakatlamasına, genç, yaşlı, kadın erkek, çocuk demeden sivillerin öldürülmesine katkı sağlamaktadır.”
”2.Bilerek ya da bilmeyerek İsrail’in yaptığı terörü destekleyen Türk Ulusu ve halkı cahildir .”
3.”Cahil” demek Türk Ulusu’nu tanımlamaya yetmez,,“aptal” olduğu da kesindir.”

HÜKÜMET VAKIFLAR YASASINI NEDEN YENİDEN GÜNDEME ALIYOR? 2

HÜKÜMET VAKIFLAR YASASINI NEDEN YENİDEN GÜNDEME ALIYOR? (II)
BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI
a-nisanci@hotmail.com
27 Şubat 2007

Konuyu bir önceki yazımda “ çıkacak yasanın” diye almıştım ve neler içerdiğini, nasıl sakıncalar doğuracağını maddeler halinde anlatmıştım.” Artık yasa çıkarılmıştır. Bu gün bu yasanın getirdiği sakıncalara karşın, hükümetin bu yasayla elde etmek istediği sonuçları sorgulamak istiyorum.
1.Hükümet, bu yasa ile Lozan Antlaşması’nın ülkemiz için hayati değerde olan milletlerin ilişkilerindeki karşılıklılık ilkesini ortadan kaldırarak ve Lozan Antlaşması’na delik açarak ulusumuz için hangi amaca hizmet etmiş olacaktır?
2.Hükümet , hangi amaca hizmet etmek için bu yasa ile yabancı devletlerin ve dinci siyasal partilerin açık örgütleri durumunda olan vakıfların taşınmaz mal edinmelerinin önündeki tüm engelleri kaldırıyor?
3.Hükümet hangi amaca hizmet etmek için Osmanlı’dan kalma feodal toprak düzenine dönmenin önünü açıyor bu yasayla?
4.Hükümet, azınlık vakıfları, onların içerideki ve dışarıdaki uzantıları kanalıyla kuracakları şirketleri ile elde edecekleri hak ve varlıkları isterlerse kendi ülkelerine taşımalarına olanak sağlayan bu yasanın bu hükümete ve dolayısıyla ulusumuza nasıl bir fayda sağlayacağını düşünerek bu yasayı çıkarmıştır?
5.Yerli ve yabancı vakıfların bu yasa ile denetim dışına çıkarılması bu hükümete ve dolayısıyla ulusumuza nasıl bir fayda sağlayacaktır?
6.Bu yasayla tekke ve zaviyelerin önünü açarak, laiklik ilkesini yok ederek ve Atatürk Devrimleri içindeki ilericilik unsurlarının önünü keserek hükümet nereye varmak istiyor?
7.Hükümetimiz bu yasayla 2B arazilerinin satışını kolaylaştırarak ve yabancıların ülkemizde üniversiteler kurmasına fırsat tanıyarak ulusumuz için nasıl bir fayda yaratmayı amaçlamaktadır?
8.Bu yasa ile kaymakamlık’a bağlı bir kurum olan “Fener Rum Patrikhanesi”nin kendisini “Ekümenik ” (Uluslar arası) ilan ederek Vatikan” benzeri bir özerklik içinde devlet içinde devlet olma özelliği kazanması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması bir yana, bu okulu Üniversite’ye dönüştürmesi yolunun açılması ulusumuz için nasıl bir cazibe yaratacak, fayda sağlayacaktır? Bunu anlayabilen ya da bu ulusa bunu anlatabilecek biri var mıdır ey hükümet edenler?!
Vakıflar Yasası bir sömürge yasasıdır. Ülkemizin kaynaklarının içeridekiler ve onların dışarıdaki işbirlikçileri eliyle tüketilmesinin kolaylaştırılmasının yolunu açmıştır. Bu yasa uygulama fırsatı olmadan mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Muhalefet ve ulusçu aydın sivil toplum örgütleri bu yasanın yürürlüğünü durdurmak için mutlaka girişimler yapmalı, ama bu girişimler “Uğraştık ama engel olamadık.” açıklamalarıyla geçiştirilmemelidir . Her şeyi “babalar gibi satanlar’”ın yanına kâr mı kalacak ulusumuz için pahalı bir ödeme/fatura bedeli olan bu yasanın zararları?
Bu yasa ülkenin altını oyan bir yasadır. Engellenebilmesi için her türlü girişim yapılmalıdır. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti böyle bir bağımlılığa hiçbir kurum tarafından mecbur edilemez, hükümlü kılınamaz.
Bu yasaya yandaş olmayan bütün siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin, üniversitelerin, kısaca tüm aydınların karşı çıkarak gereğine katılması bir ulus kimlik sorunudur.
.” Marmaris Demokrasi Platformu” bu konuyu “Acil” önceliğiyle ele alıp neden öncülük yapmasın ki?

HÜKÜMET VAKIFLAR YASASINI NEDEN YENİDEN GÜNDEME ALIYOR? (1)

HÜKÜMET, VAKIFLAR YASASINI NEDEN YENİDEN GÜNDEME ALIYOR ?( 1)
BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI
a-nisanci@hotmail.com
20 Şubat 2008
Avrupa Birliği uyum sürecinin önemli adımlarından biri olarak daha önce değiştirilerek yasalaştırılan Vakıflar Yasası’nın ülkemizin zararına olacağına ilişkin gerekçelerle Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından geri çevrilmesinin üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçti ve hükümet yasayı yeniden T.B.M.M. gündemine almak için gün sayıyor.
Özellikle yabancıların Türkiye’de mal edinmelerinin ve Lozan Antlaşması ile çözümlenmiş olan azınlıkların Türkiye’deki vakıf mallarına yeniden sahip olmalarının yolunu açacak bu yasanın hükümet tarafından veto yemiş maddelerini yasalaştırmak için yeniden yüce meclisin gündemine alınmak istenmesini anlamak olanaklı değil.

Hükümet veto edilmiş bu Vakıflar Yasası’nda ısrarlı olursa, ülkemizin yaşayacağı sıkıntıları ve kayıpları gözden geçirerek hem hükümeti uyarmak ve hem de yurttaşlarımızı bilgilendirerek bu yasaya karşı iş işten geçmeden tepkilerini ortaya koymalarını sağlamak bir ulusseverlik görevidir.
Çıkarılması muhtemel olan Vakıflar Yasası neler içeriyor?
1.Yabancılar Türkiye’de yeni vakıflar kurabilecekler, izin almadan mal edinebilecekler ve edindikleri mallar üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilecekler.
2. Gerek Türkiye’de oturan ve gerekse dışarıda oturan azınlıklar Lozan Antlaşması ile çözümlenmiş ve karşılıklılık ilkesi ile Türkiye’nin kullanımında kalmış taşınmaz eski vakıf mallarının kendilerine iadesini isteyebilecekler
3.Vakıflar uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilecek, yurt dışında şube ve temsilcilikler açabilecek, üst kuruluşlar kurabilecek ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye olup ortaklık yapabilecek.
4.Yurt içi ve yurt dışındaki kurum ve kuruluşlardan ayni ( taşınır ya da taşınmaz madde) ve nakdi(para) yardım alabilecek.
5.Yurt içi ve yurt dışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda bulunabilecek.
6.Vakıflar amacını geliştirmeye yardımcı olmak ya da gelir sağlamak amacıyla ekonomik (iktisadi) işletmeler, şirketler kurabilecekler ve kurulmuş şirketlere ortak olabilecekler
Yasa bu haliyle çıktığı takdirde nasıl sakıncalar doğuracak?
1. Bu yasanın çıkışıyla birlikte Lozan Antlaşması delinmiş olacak;Anadolu’nun pek çok yerinde yaklaşık 3000 kadar Türkiye dışındaki azınlıkların eski vakıf taşınmazları gündeme gelecek. Ayrıca azınlık vakıfları istedikleri kadar toprak satın alabilecekler –Osmanlı’dan kalma feodal toprak düzenine yeniden geçişe olanak sağlanacak,- şirketleşebilecekler, yabancı şirketlerle birleşebilecekler, Türkiye’deki şirketlerini kendi ülkelerine taşıyabilecekler.
2.Yerli ve yabancı vakıflar, devlet denetiminden kurtulacaklar, devlet denetimi devre dışı kalacak.
3.Bu yasa Atatürk Devrimlerini dışlayarak şer’i hukuk sistemini destekleyecek, Tekke ve Zaviyeler yeniden açılabilecek. Şu anda zaten tarikatlar, bütün hızıyla, hükümetin göz yummasıyla işlevlerini fazlasıyla yerine getiriyorlar.
4. Bir Türk vakfı ile yabancı bir şirket birleşerek ya da bu şirketler yeni vakıf kurarak istedikleri 2B arazilerini satın alabilecekler, o arazilerde yabancı üniversiteler kurabilecekler .
Kısaca bu yasa kapitülasyonların geri gelmesinin önünü açacaktır. Bu konu ülkemizin bağımsızlığının değerlendirilmesinde çok önemli bir özellik taşıyor.

HALKLARIN ÇABUK ÖLÜMLERİ İÇİN DÜNYA REÇETELERİ VE TÜRKİYE

HALKLARIN ÇABUK ÖLÜMLERİ İÇİN DÜNYA REÇETELERİ VE TÜRKİYE
BAKIŞ/ Ahmet Nişancı
a-nisanci@hotmail.com
1 Temmuz 2006’da hükümetimiz bir tebliğ yayınladı.Bu tebliğe göre sağlık hizmetleri veren kuruluşlara devletin yapacağı ödeme sistemi değiştiriliyor ve hizmet başına yapılan ödeme yerine hastalık başına ödemeye geçiliyor. Bu sistem ile hastalık başına devletin hastaneye ödeyeceği para – ki devletle özel anlaşması olan özel hastaneler, muayene,laboratuar ve rontgen vb. giderler dahil, aynı hastalığı tedavi eden bir poliklinik için 11 YTL, Tıp Merkezi için 24 YTL, Özel Hastane için 25 YTL, Eğitim Hastanesi için 44 YTL, Üniversite Hastanesi için 66 YTL.dir. Hele en komik ve kara mizah örneği olan bilgisayarlı tomografi için 70 Yeni Kuruş, MR için 80 Yeni Kuruş olarak konan ödenek.Karnesi olan köpekler için bile 15-25 YTL belediyelere ödeme yapan devletin insan için öngördüğü sağlık anlayışına bakıp ağlar mısın,güler misin? Böyle bir uygulamaya karşı çıkamayan ya da çıkmayan bir Sağlık Bakanı’na istifa etmek düşer ancak; eğer sağlığın kendisi için bir önemi varsa tabii? Bu bedeller ile sağlık hizmeti alınabilmesinin olanaklı olmadığı ortadadır. Bu durumda sağlık kuruluşu hastadan ek ödeme isteyecektir.Parası olanlar için sorun değil bu durum,ama son 2 ay içinde içinde bile değerinin %30’a varan bölümünü enflasyon [paranın değer yitirmesi] karşısında kaybetmiş az gelirli işçi,memur ve emekli maaşlarıyla bu bedelleri ödemek olanak dışıdır. Bu durum hasta ile sağlık kuruluşlarını karşı karşıya getirecek ve pek çok tatsız olaylar yaşanacaktır.
Tebliğin bir diğer özelliği; birçok ilacın Bedeli Ödenecek İlaçlar Listesinden çıkarılmış olması.Türk Eczacılar Birliği [TEB ] “Tasarruf” adı altında alınan bu önlemlerin maliyetlerin çok artmasına ve çok sayıda ciddi hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabileceğini açıklıyor ve yetkilileri uyarıyor. Örneğin, eklem içi sıvı azalmasında kullanılan ADANT,romatizmada kullanılan ALGO VAX,çocuklarda balgam söktürücü olarak kullanılan AMBROL PEDİATRİK ŞURUP, çinko eksikliğinde kullanılan ZİNCO, gebelerin kalsiyum eksikliğinde kullanılan CALCİUM SANDOZ ve yüzlerce ilaç bedeli ödenecek ilaçlar listesinden çıkarılmıştır. Bu ilaçlardan bir bölümünün maddesel değerinin 1,5-2 YTL olduğu da göz önüne alındığında devleti yönetenlerin ülkeyi ne kadar küçük hesapları bile ödeyemeyecek duruma düşürdüklerini görüp geleceğimizden kaygı duymamak olası mıdır?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,”Sağlık Hizmetleri ve Çevrenin Korunması” başlığı altındaki 56. maddesinde: “Devlet,herkesin hayatını,beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.”
“Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve soysal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” diyor.
Anayasa böyle diyor demesine de, IMF direktifiyle uygulamaya konan bu yeni sağlık hizmeti anlayışındaki hizmet dışılığı, birkaç gün önce milletvekili çocuklarının 18 yaş olan bakım sınırını 25 yaşa çıkaran hükümet uygulamasından sonra, vatandaşın şöyle anlaması gerektiğini düşünürsek, çok mu haksızlık etmiş oluruz acaba bizi yönetenlere karşı?..
“Ey emekli ,işçi,memur sizin çok yaşamanız dünyayı yönetenlerin çok da umurunda değildir.Biz de onların dediklerini yapmak zorunda olduğumuz için bizim de umurumuzda değilsiniz. Egemenlerinin ellerinde yeteri kadar stoklanmış memur, işçi ve de robotlar vardır. dünya nüfusu oldukça kalabalıktır, bunun birkaç milyarının açlıktan,hastalıktan,savaştan ölmesi için egemenlerin yapmış olduğu planları bozmak gibi bir lüksümüz ve gücümüz yoktur. azaltılmış dünya nüfusu daha çok yemek ve lüks isteyen dünya egemenlerini ve bizleri rahatlatacaktır.”
Hükümet böyle yapıyor . Peki muhalefet nerede? Hani Sivil Toplum Örgütlerinin tepkileri. Toplumun üstüne ölü toprağı dökülmüş gibi. Egemenlerse göbek atıyor olmalılar.
Halkın sırtından sıkıntıyı eksik etmeyen ABD-AB adına IMF reçeteleriyle hükümet edenleri bu milletin nasıl silkeleyip yok saydığının örneği çok yakındadır.
Yurt içi egemenlerinin gözden kaçırdıkları bir şey daha var; bu çatı ulusal egemenlik çatısıdır; yüce Atatürk’ün bağımsızlık karakteriyle kurulmuştur.Bu çatıyı yıkmaya emperyalist, gerici, işbirlikçi egemenlerin gücü yetmeyecektir. Halkın suskunluğunu korkaklığına,bastırıldıklarına yorumlayanlar halkın Kuva-yı Milliye Ruhu’yla neler yaptıklarını bilmeyenlerdir.
Bıçak kemiğe dayandığında/ Bugün “yok” saydığınız bu halk/ Cesur ve yüreklice/ “Bağımsızlık karakterimdir!”/ “Türk! Öğün,güven,çalış!” / Şahlanarak/ Ve kırbacını şakırdatarak / Ve kahkahalar atarak/Koruyacak eserini/ Sizden alacaktır emanetini geri!..

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE SİYASET 2

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE SİYASET (2)
BAKIŞ / Ahmet NİŞANCI 25 Mart 2009
a-nisanci@hotmail.com

Türk siyasal yaşamının demirbaş siyasileri vardır. Her dönemde başrol oynarlar ve bu oyunları sürsün diye hemen hemen her partide boy gösterirler. Genç nesil tanımaz ama birini özellikle tanıtmak isterim:
1950’de Demokrat Parti’den milletvekili olup TBMM’ne girdi. Bakan oldu. Halkevlerinin kapatılmasında meclis kürsüsünde en önde görev yaptı. Birkaç yıl sonra Halkevleri’nin kapısına kilit vurulmasında büyük göre üstlenmiş bu şahsı CHP saflarına katılmış görürüz. Bir evlat gibi gördüğümüz halkın uyanışının yaratıcı evlerini kapattıran adamı CHP de hangi akla hizmetse içine aldı; Türkiye’de siyaset böyle bir şey işte! Bu adamı daha sonra Hürriyet Partisi’nde, arkasından Güven Partisi’nde görüyoruz. Bir de baktık ki 1983’te Anavatan Partisi’nden tekrar TBMM’de. Ve de Cumhurbaşkanlığı’na aday. Hem de “Kendiliğimden adaylık için başvurmam:” tafralarıyla. Bulunmaz büyük adam ya! Saydınız mı kaç ocak -pardon kaç parti- dolanmış. Mübarek modern Evliya Çelebi! Peki, kim bu bulunmaz adam acaba, kaç kişi hatırlayacak adını? Eski tüfekler hatırlayabilir sanırım, ama ben yetişen yeni nesil için hatırlatayım: Fethi Çelikbaş…
Günümüzün Fethi Çelikbaş’larını görmenize yardımcı olsun diye verdim bu örneği.
Adam hem “Atatürkçü” olduğunu söyleyip hem de seçilebilmek uğruna Atatürkçülük’ün altını oyanların amaçlarıyla siyasi geleceğini birleştirebiliyorsa işte size bir Fethi Çelikbaş.
Siyaset yapmak isteyen bir insan içinde bulunduğu partinin siyasetini beğenmeyebilir. Yapacağı iş oradaki siyaseti değiştirmeye çalışmak olmalıdır değil mi? Ama öyle yapmıyor; işin kolayına kaçıyor, kendisi için daha iyi olanaklar sunduğunu sandığı aynı doğrultudaki partiye yönlenip önce partiyi küçültmek, bölmek isteyenlerin oyununa geliyor, ya da aksi yönde siyaset yapan bir başka partiye yamanıyor seçilmek uğruna. Atatürkçü idealizm nerede kaldı? Böyle yapanlar için az ya da çok kınalar yakılacak 29 Mart’ın bitiminde.
Niçin mi?
Atatürk’ün devrimlerini, ilkelerini, vasiyetini, amaçlarını, inançlarını geçersiz kılmak için çalışanların değirmenine su taşıyanlara alkış mı tutacak bu halk sanıyorsunuz? Elbette kına yakacak… Bu düşünceleri sanmayın ki Marmaris için söylüyorum. Türkiye gerçeği içinde denizde bir damla Marmaris, ama Marmaris de bir gerçek..
Gerçek aydınlarının öncülüğünde, ezilmiş, horlanmış, yoksunlaştırılmış, yoksullaştırılmış insanlara kişilik, benlik, ulus bilinci verilmek istenen bir zaman diliminden geçiyor Türkiye.
Şu Türkiye’nin görüntüsüne bakar mısınız? Arabeskin vıcıklığında bir toplum var; kültür ve eğitim düzeyi düşük, gelir dağılımı düzensizlik, eşitsizlik ve nafaka düzeni üzerine kurulmuş, yolsuzluklar, rüşvet sıradan işler sınıfına indirgenmiş, yerli üretim ve sanayisi çöküntü içinde, Cumhuriyet’in bütün kazanımları haraç mezat satılmış ve satılmakta. Çağdaş demokrasi adı altında demokrasi maskara bir görünüm almış; yasak olması gereken her şey serbest, serbest olması gerekenler yasak. Dış ve iç borçlar gırtlağa dayanmış. Yüksek siyaset yaptığını söyleyenler kendileri için her türlü güvenceyi sağlamışlar ama ülkenin geleceği için yaptıkları bir şey yok. Atatürk’ten önce böyleydi, Atatürk’ten sonra da böyle sürüp gidiyor.
Türkiye için siyasi tarih “Atatürk’ten Önce” ve “Atatürk’ten Sonra” diye ayrılmıştır. Yani dün dediğimizde Osmanlı’nın çöküşünden Atatürk’e kadar olan dönemi, bugün dediğimizde de Atatürk’ten sonrasını anlamalısınız. Atatürk’ten sonra hep böyle sürüp gidiyor bu işler.
Atatürk’ün emeğini ve vasiyetini iptal eden ideoloji bugün Türkiye siyasetine egemendir ve siyaset her yelpazede öylesine kirlenmiştir ki gençliğin ve torunlarımızın, dolayısıyla ülkemizin ödünsüz ve bağımsız geleceğinden endişe duymamak olası değildir.
Türkiye’nin geleceğine yön verdiğine ve güvence olduğuna inandığım ideoloji, Atatürk’ün Anayasamıza da yansıttığı altı ok’un simgelediği anlamda saklıdır. Bugün bu altı ok’tan nelerin kaldığını ve işbaşındakilerin altı ok için neler yaptıklarını ya da yapmakta olduklarını, ödün verici tutumlarını tartışmayı sonraya bırakarak, bu seçimde de yine Atatürk’ten yana oy kullanmak bir görevdir diye düşünüyorum; oyların bir yerde toplanabilmesi adına.
Önümüzdeki seçim, bir yerel yönetimleri belirleme sürecinden çok, Türk halkı için demokrasinin önündeki engellerin kaldırılabilmesinin nerede olduğunu düşünerek oy kullanma dönemi olacaktır.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKYE’DE SİYASET 1

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE SİYASET (1)
BAKIŞ / Ahmet NİŞANCI 21 Mart 2009
a-nisanci@hotmail.com

Memleketin durumu gerçekten de çok kötü. Hem bugünümüz, hem de yarınımız karanlık bu gidişle.
İkinci Abdülhamit döneminde İstanbul’da daha rahat yaşamanın yolunu bulanlar için meşrutiyet yönetimi kötülüğün başlangıcı sayılmıştır.
Günümüzde de Atatürk Cumhuriyeti’nin kazanımlarını kişisel çıkarlarına uygun bulmayan gerici güç odakları Osmanlı saltanatı günlerine dönmenin yollarını arıyorlar.
Toplasan kaç kişi olduğu sayılabilecek kadar az olan bu gerici güç odaklarının öncüleri bir yolunu bulup halkın inançlarını sömürmeyi başararak kendileri için bir yoğunluk oluşturuyorlar ve çağdaş yaşamın içinden insanları alıp mutluluklarına tekme vurdurarak geriye götürebiliyorlar. Bu iş yapılırken fakir, fukara edebiyatı, din, iman uyutması, biraz da sadaka dağıtımlarıyla halk inandırılır, döndürülür, besleme basının ve korunacak yandaşların yardımlarıyla çevre büyütülür, bol keseden halka sözler verilir, güç ele geçtikten sonra da her şey unutulur, ama halkında gözü kapatılarak verilen sözleri hatırlamaması için her türlü hokkabazlık yapılır. Gücün toplandığı küçük bir azınlığın başlarındaki kişi padişah yetkileriyle donansın diye her türlü sayısal çoğunluk sağlanarak – insan haklarına / dünya hukukuna uygun olsun olmasın – hukuksal ayarlamalar yapılır. Halkın uyananlarına ya da halkı uyandırmak isteyenlere karşı her türlü hukuksal (!) tedbir alınır ve halk ve halk adına konuşanlar susturulur.
Büyük halk kitlelerin düşleri hiçbir zaman “bir lokma, bir hırka” düşüncesinin ötesine geçememiştir dünden bugüne. Halk her zaman yoksuldur, muhtaçtır.
Kimdir halk; kol gücüyle alın teriyle yaşamaya çalışan tarla emekçisi köylüdür, fabrika emekçisi işçidir, küçük devlet memurudur, emekli memurdur, emekli işçidir, küçük esnaf ve esnaflıktan emekli bağ- kur’lulardır. Ve bunlar toplumun % 80/ 90’ını oluştururlar.
Ve toplumun % 80/ 90’ını oluşturan bu büyük topluluk üç beş siyasinin ağzına bakar. Oylarıyla onları kendilerini yönetsin diye vekil eder, bu vekiller bir eli yağda bir eli balda bolluk içinde yaşarlar, yakınlarının da her türlü devlet olanaklarından yararlanmasını sağlarlar; bütün sağlık kuruluşları onlara sırasız ve sayısız olanakları bir kuruş ödemeden sunarlar yurt içinde ve yurt dışında. En iyi şekilde devletin bütün olanakları sunularak korunurlar, dokunulmazlar. Geziler, eğlenceler, her türlü tatlar, olanak sağlayan kapılar onlar içindir. Aslında her şey halkın olmasına karşın, her şeyi kendileri için kullanırlar ve bunu da halk adına yaptıklarını, halkı rahat ettirmek için gece gündüz bütün güçleriyle çalıştıklarını söyleyerek bin bir yalan söylemekten kaçınmaz ve utanç duymazlar. Çok rahattırlar, halka hizmet etmenin (!) verdiği mutlulukla adeta uçarlar.
Yurt sorunlarını tümüyle görebilecek aydınlar, yazarlar, siyasetçiler de var tabii. Aydınlar ve yazarların bir bölümü bir yolunu bulup, başarıp zenginleştikten sonra halktan koptular; onları artık halktan yana aydın ve yazar olarak görmek doğru değil elbette.
Gerçekten halkçı aydın ve yazarlar bu ülke insanını kendi haklarına sahiplik edecek biçimde yetiştirebilmek için büyük çaba harcadılar; onlara söylenebilecek çok fazla sitemi olmamalı bu halkın.
Gerçekten halk adına siyaset yaptığını söyleyenlere söylenecek çok sözü var bu milletin. Her şeyden önce söylenecek olan şu; sosyal demokrat ya da demokratik solcu olduğunu söyleyen siyasiler bu ülkede halk ile yeterli iletişim ve ilişki kurmayı başaramadıkları gibi, birbirleriyle olan ilişkilerini de sıcak, candan ve samimi tutamadılar. Üstelik sürekli birbirlerinin altını oyarak yükselme yolunu tuttular; hiç yerin altını oyarak yükselmek olası mı? Oyulan çukurun kendilerini daha aşağı çekeceğini hiçbir zaman görmek ve kabul etmek istemediler.
Demokrasi ile yönetildiği söylenilen bir ülkede ve demokrasinin halk yönetimi olduğu gerçeğine rağmen adı büyük meclisimizde gerçekten halkın temsilcilerini ara ki bulasın!
Meydanlar“ o dedi, ben dedim” ile oy avcılığına çıkmış mahalle kavgacılarının seyir yerine, halk da “şamar oğlanlarına” döndürülmüş; aç, susuz, işsiz, güçsüz… Yazık bu halka!

(Sürecek)

EYLEMLİ YAŞAMAK

EYLEMLİ YAŞAMAK
BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI 28 Mart 2009
a-nisanci@hotmail.com

Yazmak bir eylemdir. Soluk almaktır yazmak. Yaşamak bir aşktır. Yaşamanın aşka dönüşümünü de aşkın anlatımını yazmada bulur çok insan. Eğer aşkın sihirli gücünü bütün benliğinde yaşamak istiyorsa kişi, o sihrin albenisini, çekiciliğini, hayat vericiliğini de anlatabilme becerisini gösterebilmelidir, yaşadığını tam olarak duyumsayabilmek için.
Herkes başaramaz yaşamayı anlatmayı. Gençlik aşkları sınırsız ve ne olacağını bilmeden, ama merak da edilerek “Bakın nasıl da içiyorum.” dedirten ilk alınan alkoller gibidir; anlamadan sarar ve sarhoş eder, ruhunda çılgınlıklara varasıya deli eden pembe hayaller kurdurur ve bulutlarda uçurur insanı.
Zaman içinde soğuyan ve kaybolan çocukluk ve ilk gençlik aşkları giderek yerini deneylerle aklın egemenliğine terk eder. Bir türlü açığa vurulamayan gizli ve gizemli aşk içinde saklanan sessizliğin gücü giderek güçlenir ve sese dönüşür, insana açığa vurulmasının gerekliliğini düşündüren yeni bir güç oluşur bu seste. Sesin kendisi bir güçtür aslında. Ama açığa çıkmayan, ne kadar güçlü olursa olsun insanın kendi içine haykıran sesin yaşamaya katacağı etki kişinin kendisini huzursuz edecek bir boyut kazanır sonuçta. Âşık olmak yetmez; aşk senden âşık olduğuna geçmedikçe, onu da etkilemedikçe, karşılıklı olarak aşkı yaşamadıkça bir üzüntüdür, kederdir, derttir aşk.
Gerçekte aşk değil, aşklar vardır; insandan insana, insandan vatana, vatandan bağımsızlığa, özgürlüğe, bütün insanlığa, doğuran ve doyuranlara hayat veren, başağa, kurda kuşa, börtü böceğe, yaşama can veren suya, toprağa uzanan aşklar. Bütün bu aşkları yaşatacak, büyütecek, güçlendirecek ve mutlu edecek tek güç ise ses; insan sesi…
İnsan sesi eylemin adıdır. Eylemli ses sorgulayıcıdır, duyurucudur, doyurucudur, yol göstericidir. Sessiz insan bir hiçtir. Duyarlı olduğu varsayılsa da içe dönük olan bir insan eylemsizdir, ürkektir, korkaktır. Ürkeklik ve korkaklık başarısızlığın ve yaşamdan, bir başka deyişle aşktan kopukluğun üretkenleridir. Aşk varsa yaşam vardır.
Yaşamak aşk, aşk yaşamaktır.
Aşk soluk almaktır.
Yaşamak, aşkı, soluk almayı seslendirmektir.
Seslendirmenin en güzel biçimidir yazmak.
Yazmak eylemdir, eylem yazmaktır.
Yazmak kalıcı, ulaşıcı bir eylemdir yaşamak için.
Demokrasi bir toplumsal yaşam biçimidir.
Sonuçları olumlu bir biçimde deneyimlerle yaşanmış bir demokrasinin bozulmaya çalışıldığı; ulusumuzun yeniden demokrasiden sınava tutulduğu şu günlerde aydınlık güzel sabahlara uyanmak düşüncesini eyleme dönüştürememek güzel aşklara veda etmekle birdir.
Vatan aşkına veda etmek mi?
Bu asla mümkün değil!
Vatanımızın birlik ve bütünlüğüne, bağımsızlığına çomak sokanlara karşı gerekiyorsa eylemle karşı koyamamak vatan aşkından vazgeçmekle eş değerdedir!
Vatan aşkı eylemli yaşamaya her an hazır olmaktır!

DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ

DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ
BAKIŞ /Ahmet NİŞANCI
a-nisanci@hotmail.com
6 Haziran 2008
5 Haziran, 1972’de Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından İsveçin başkenti
Stockholm’da yaptığı toplantı zirvesinde katılan 133 ülkenin oybirliği ile “DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ” olarak kabul edildi.
Aradan geçen 36 yıllık bir süreç içinde dünya, gelişen sanayileşmeye de bağlı olarak daha da yaşanmaz olma sürecine girerken, dünya coğrafyasının denizleri, gölleri daha da kirlenmiş, servet avcılarının doğanın altını üstüne getiren zengin madenlere ulaşma hırsları doğanın hem ekolojik dengesini bozmuş, hem de kendini yenileme, üretme ve güzelleştirme becerini yok etme noktasına getirmiş, erezyona bağlı toprak kayıplarıyla verimli topraklar azalmış, yeni yerleşimler kurulmasındaki hatalı politik kararlarla verimli topraklar ve orman alanları daraltılmıştır. Bunların yanı sıra küresel ısınmayı artıran nedenlere engel olunamadığı için dünyanın yaşanılabilir /yaşatabileceği ömrü git gide kısalmaya yüz tutmuştur.
2008 DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ için “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE TOPLUMLARIN BU KONUDA ALMASI GEREKEN ÖNLEMLER” ana konu olarak alındı ve “Düşük Karbon Ekonomisine Doğru: Alışkanlıklarından Vazgeç” slogan olarak seçildi.
İklim değişikliklerine neden olan en önemli neden KÜRESEL ISINMA.
Küresel ısınmanın oluşmasında en önemli neden ise Bilimsel İncelemelere göre insan.
Bilimsel araştırmalara göre dünya genelinde kirliliğe neden olan sera gazlarının artışında % 65 oranında enerji sektörü, yüzde% 17 oranında ormansızlaşma, % 14 oranında tarım alanlarının yanlış kullanılması, % 1 oranında endüstriyel gazlar ve % 3 oranında insanlar tarafından oluşturulan atıklar etkili oluyor.
Küresel ısınma ile ilgili çevre sorunlarının çözümlenememesi halinde insanlık hızla bir felakete doğru sürüklenecektir. Bir yandan kuraklıklar artarak tarımdaki verimlilikler azalacak ve dünya insanı bugünkünden daha vahim açlık tehlikeleriyle yüz yüze kalacak, diğer yandan kutuplardaki buzulların erimesiyle insanlık büyük sel felaketleriyle karşı karşıya kalacaktır.
Milli Eğitim Bakanlığı “Çevre Bilincini Geliştirme” gerekçesiyle İlköğretim okullarını iki gün okullardaki sınıf içi eğitim öğretimden alarak doğadaki çöplerin toplanması göreviyle yükümlü kılan bir karar aldı. Uygulamanın hangi ölçüde başarıldığına dair bir veri yok elimizde. Ancak anne babaların son günlerdeki “kene olayları”na da gönderme yaparak ve eldivensiz, maskesiz küçücük yavruların top toplamalarının özellikle sağlık açısından yanlışlığına dikkati çekerek ortaya koydukları olumsuz tavır doğru bir tavırdır.
Evren Paşa İlköğretim Okulu’nun öğrencilerine de her halde Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu kararından etkilenilmiş olunacak ki, Armutalan temizletilerek çevreye duyarlı olmaları sağlanmaya çalışılmış.
Çevre bilincinin sokakların temizletilmesiyle, çöplerin ayrıştırılmasıyla geçiştirilemeyecek denli önemli bir konu olduğunu ve çeşitli boyutlarının çok özel ve sürekli eğitim programları gerektirdiğini ülkeleri yönetenler acaba ne zaman fark edecek ve yetişen nesille birlikte yetişkinleri de bu programın içine alacak? Yönetenler, çıkarcılık adına dünyayı kirletenlere karşı ne zaman etkin şekilde savaşım verecek?
Bu yazının yazıldığı saatlerden birkaç saat sonra Marmaris Grand Azur Salonu’nda “Çevre” konulu bir konferans yapılacak. Sonuçlarını, görüşlerimle birlikte gelecek yazımda okurlarımızla paylaşacağım.

TEŞEKKÜR NOTU: Son bir buçuk yıl içinde-biri kalp krizi ve bypass olmak üzere- geçirdiğim dört ameliyat nedeniyle bu sütunlarda okurlarımla birlikteliğim sık sık kesintiye uğradı. Şimdi daha sağlıklı olarak yazılarıma devam edeceğim. Rahatsızlığım sırasında başta Çağdaş Marmaris ailesi, Atatürkçü Düşünce Derneği ailesi, Cumhuriyet Okurları ailesi, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ailesi, Marmaris Demokrasi Platformu ailesi olmak üzere, rahatsızlığımdan bilgi sahibi olup iyi dileklerini ulaştıran bütün dostlarıma teşekkürlerimi sunarım.