KURTULUŞ DİRENİŞLERİ

                                           

KURTULUŞ DİRENİŞLERİ 

 -I-

14 Mayıs 1919 Perşembe

Tedirgin yarından İzmir Halkı;

On altısında Teşkilat-ı Mahsusa,

On dokuzunda İttihat ve Terakki,

 Yirmisinde Siyasal Bilim Sorbonne’da,

Trablusgarp işgalcisi İtalyanlara Protesto mitingleri Paris’te,

Yirmi birinde Olimpos güzeli gök gözlü sevgili Vedia

Olmuş Vatan için feda.

Hain İngiliz Ajanı Gazeteciler

 Lord Neol Buxton ve Lelant Buxton kardeşlere

1915’de Yirmi yedisinde

Suikast eylemi Bükreş’te.

O’nu tanıyor bugün herkes,

O, onurlu, cesur, kararlı

 1888 Selanik Osman Nevres…

 

Saat 10.00 gece.

 İzmir Maşatlık Meydanı

Şehir Emini Hacı Hasan Paşa konuştu önce,

Konuştu ardından babadan adlı Hasan Tahsin;

“Vatan için can verenlerin yeri”

“Ulusun kalplerinin en derin yeri”

“Vermeyiz toprağımızı Yunan’a,”

 “Kozumuz var paylaşana”

“Fedadır canlarımız vatana!”

Ardında bir yiğit kadın Sudiye,

Kucağında minnacık gözbebeği Mehmet Kemal,

Duruyor erinin ardında kale gibi “Yürüsün!” diye.

 

15 Mayıs 1919 Cuma 7.30

Kararlı, yiğit, korkusuz

Bekledi sabahı bütün gece İzmirli,

Çok yorgun bir ruh hali, endişeli,

Uykusuz gecenin sabahında

Bir savaşçı tavrıyla duruyor Konak meydanında.

Saat 9.00 Yunanlılar Pasaport limanında

Çıkarma yapıyorlar canım İzmir’e,

Osmanlı Sarayında ne bir ses ne bir nefes

İzmir’in azınlık Rumları azgın

Ellerinde Yunan bayrakları alkışlarla “Yaşa!” çekiyorlar,

En önde Efsun Alayı’nın bayraktarı Teğmen Basile Delaris.

Koyu renk takım elbiseleriyle bir genç adam,

Ani bir kararlılıkla, yürekli,

Fırlıyor bir ok gibi çevikçe yerinden ileriye,

Alnının ortasında İlk Kurşun Teğmen Basile’nin

Ve İkinci Kurşun da Jorj Papakostos haininin,

Nefessiz düşüyorlar ikisi de geriye!

Bir an bir şaşkınlık boşalan mermilere

Ve Yunan gemilerinden yaylım ateşi şehre;

Kuvayı Milliye’den Hasan Tahsin; otuz birinde

Süngülerle parçalanan bedeniyle

İlk kıvılcım, ilk kurşun bir mesaj İzmirliye!

Bu kurşun bağımsızlık andının kanıtı,

 Konak Meydanında yaşar İlk Kurşun Anıtı!..

 

    -II-                                                      

İşgalci Yunan ve İzmirli Rumlar

Derdest ettiler Valiyi, kumandanları,

Ve zorluyorlar süngüler altında

Yaşa Venizelos” demeye halkı…

Askerlik Heyeti Reisi Şehitliğe yakın

Çelik karakterli Albay Süleyman Fethi

Zafer destanlarıyla beslediği ruhuyla

Haykırdı; “Yaşasın Türk Milleti!..”

Dayandı kemiğe bıçak,

Taştı sabır,

İlk Kurşun’un ateşiyle Türkiye ayaklandı,

Yiğit, asil ruhlu Türk Efeler atağa kalktı

Her yerde bir kıvılcım artık Türk Halkı;

Aydın baskınının kızıştığı o anlar

Erlerinin önünde koşan Baltagümü’lü kadınlar

Sıçrıyor kıvılcımlar Söke, Bergama,  Kuşadası,

Ve tümden ayakta silahlarıyla

Ayvalık, Alaşehir, Akhisar, Salihli…

-III-

Yeni dönmüştü cepheden Mitralyoz Onbaşısı

Yunanlılar üzerine akınlar yapan

Yörük genci Çoraklı Hasan,

Eroğlu’nda dinlenirken,

Baskın yedi İtalyan kolundan,

Yüzünde kırbaç şaklayınca İtalyan’ın elinden

Sıçradı aldı Komutanın silahını belinden

Çoraklı “Atın silahlarınızı!” deyince

Düştü tümünün silahları yere,

“Marş! Marş! Emrini alınca

On bir İtalyan yüreksizin

Kıçlarına vurdu topukları,

Koşar adım uzaklaştılar.                                                          AHMET NİŞANCI (Devam edecek)

 

 

 

 

23 NİSAN 1920 KUTSAL SAVAŞI YÖNETEN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLETİ’NİN AÇILIŞI

23 NİSAN 1920 / KUTSAL SAVAŞI YÖNETEN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILIŞI

Ulusların yaşamlarında önemli günler vardır.

Bu önemli günler uluslarca Ulusal Günler ve Milli Bayramlar olarak kutlanır.
Yeni Türkiye Devleti Cumhuriyet İlanını 29 Ekim 1923 günü ilan ve kabul etmişse de, Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek kuruluş tarihinin birçok tarih ve sosyal bilimci tarafından 23 Nisan 1920 olduğu, bu tarihin Türkiye Devletinin doğum günü olduğu konusundaki değerlendirmelere de katılmakta bir sakınca görülmemelidir.
23 Nisan 1920 / Kutsal Savaşı Yöneten T.B.M.Meclisin Açılışı
23 Nisan 2020 Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) açılışının (100.) Yüzüncü Yılı. Ulusların yaşamında önemli günlerin yükselişlerin yüz yıl ya da yüz yıllara ulaşmasının tarihsel anlamının değerlendirilmesi ve o yüz yılın her türlü koşullar zorlanarak da olsa en üst düzey görevlilerin katılımıyla, en üst düzey hazırlık ve etkinliklerle kutlanması modern bir ülke için vaz geçilemeyecek bir görevdir. (“zorlanarak” sözcüğü Corona Virüs/ Covid 19 nedeniyle kullanılmıştır.) Bu önemin nedeninin yediden yetmişe tüm vatandaşlar tarafından bilinmesi, gereğinin yerine getirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gerekir.

Osmanlı Padişahı ve Saray Yönetimi Yok Düzeyindedir.

Altı yüz yıl Türk Yurdu, yönetildiği Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşından yenik çıkınca yapmış olduğu Sevr Barış Antlaşması ile parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Ülkemizin birçok yeri Emperyalist Avrupa Devletleri /İngiltere, Fransa, İtalya tarafından tam bir işgal altındadır ve paylaşılmak için gün sayılmaktadırlar. Doğu da Ermeniler başkaldırmıştır ve orada bağımsız bir devlet kurma arzusundadırlar; içimizde azınlık olarak asırlardır iyi komşuluk ilişkileri ve varlık içinde, ayrıcalıklı olarak yaşayan Rumlar, Ermeniler hainlik içindedirler; İstanbul’da Padişah Vahdettin ve saray yönetimi, ülkemiz gibi esaret altındadır, teslim alınmışlardır.
Ulusun kurtuluşunu topluca karşı koyulacak bir savaşta gören Mustafa Kemal, Amasya Genelgesi’yle kurtuluşun yolunu gösterecektir.
Vatanın Bütünlüğü, Milletin İstiklâli tehlikededir. Amasya genelgesi 1. Madde
Milletin Bağımsızlığını Yine Milletin Azmi ve Kararı Kurtaracaktır. Amasya Genelgesi 3.madde

Erzurum Kongresi öncesinde General Üniformasını çıkararak milletin bir ferdi olarak kurtuluşa giden Kutsal İsyanı başlatacaktır. Sivas Kongresi ile oluşturulan Önder Kadrosuyla Ankara’ya gelerek milletin azmi ve kararını temsil edecek TBMM açılacak ve Türk Kurtuluş Savaşı bu Kutsal İsyanı yönetecek meclisle başarıya ulaşacaktır.
23 Nisan 1920 / Kutsal Savaşı Yöneten Türkiye Büyük Millet Meclisin Açılışı
Kurtuluşu ve Kuruluşu yönetecek T.B.M. Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü dualarla açıldı. Ankara’da yeni bir Türk Devleti kurmak üzere başında yeminli Mustafa Kemal’in olduğu yeni bir Ulusal Meclis, önünde kurtarılacak bir yurt göreviyle yükümlü, zor bir görevin beklediği, üstesinden gelebilmek için varlıklarını her şeyin üstünde tutmak zorunda olan yurdu kurtarmak görevine soyunmuş bir T.B.M. Meclisi Hükümeti vardır artık. Kuruluş aşamasındaki bu Birinci Meclis her ideolojiden ve meslekten insanlarla kurulu bir karma yapı barındırmaktadır. Bu meclis birçok konuda geriye dönük kişilerin atılımların önüne set koymaya çalışmalarına karşın, Büyük Önder Mustafa Kemal Paşa’nın akılcı yönetimiyle Kurtuluş Savaşını üstün bir başarıyla yönetmiştir.

Meclisin Önündeki Zorluklarla Dolu Büyük Görevin Açmazları

Bir Kutsal İsyanla başlayarak kazanılan bu Kutsal Savaş ve sonunda sağlanan Kutsal Barış hangi güçlükler aşılarak kazanılmıştır? Bu soruyu ve yanıtını milletin her bireyinin beyinlerinde bir fırtına yaratırcasına oluşturup yerleştirmedikçe ve bugünkü nesilden gelecek kuşaklara aktarma görevini yerine getiremedikçe Türkiye Cumhuriyeti için tehlike her zaman var olacaktır.
Meclisin açıldığı zaman içinde Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti’ni yönetenler tarafından kabullenilmiş, tehlike olarak değerlendirdikleri yörelerimiz, topraklarımız işgal güçlerinin yeni bahaneleriyle işgal ettikleri önceki topraklarımıza eklenmektedir.
İngilizlerin desteğiyle İzmir’e asker çıkaran Yunan Kuvvetleri ilerlemelerini Aydın, Afyon boyunca genişletmekte ve geçtikleri şehirlerimizi yakıp yıkmakta ve halkımızı vahşice katletmekte, kadınlarımızın, kızlarımızın namuslarını kirletmekte, çocuklarımızı süngüleyerek eğlenmektedirler.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine karşı, Osmanlı Saray Yönetiminin teşvik ve destekleriyle iç isyanlar çıkarılarak kurtuluş hareketine engeller koymaya çalışılmakta, içimizde asırlarca en iyi şekilde varlık içinde ve ayrıcalıklı olarak yaşattığımız Rumlar, Ermeniler hainlikleriyle işgal güçlerinin yanında yer almakta, biz komşularını kalleşçe arkadan vurmaktadırlar.
Savaş sürecinde Türk Toplumunun Yapısı, Ordunun durumu, savaş ekonomisi, halkın desteği bir başka yazıya bırakılarak; bu metinde Atatürk’ün Ulusal Bayram olmanın yanında Türk çocuklarına bayram olarak armağan ettiği 23 Nisan’ın geçirdiği evrelere yer verilmiştir.

23 Nisan’ın Geçirdiği Evrelere Ait Bilgiler

23 Nisan 1920, T.B.M.Meclisi’nin açılışıyla ulusumuzun tarihinde çok önemli bir gün olma özelliği, ulusallık kazanmıştır. Bu ulusal günün bugüne değin kutlanması aşamasında geçirdiği evrelerin hepsi akılda tutulamasa da zaman zaman hatırlanması için evinizdeki önem verdiğiniz bir bilgi dosyasında bulundurulması, özellikle de çocuklarınıza bu günün öneminin kavratılması okullarımıza/ öğretmenlerimize olduğu kadar aileler içinde bir görev olmalıdır.
1- 1920 / 23 Nisan – Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır.
2- 1921/ 23 Nisan – İlk olarak Bayram olarak kutlanmıştır.
3- 1921/ 2 Mayıs – 23 Nisan Kanunla Milli Bayram olarak kabul edilmiş ve Ceridei Resmiye (Resmi Gazete)’ de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. İki maddeden oluşan kanunun;
1. Maddesi: “TBMM’nin ilk yevmi küşadı (açılış zamanı)olan 23 Nisan günü milli bayramdır.”
2. Maddesi: “Tarihi kabulünden muteber (geçerli) olan işbu kanunun icrasına (yürütülmesine) Türkiye Büyük Millet Meclisi memurdur. Bu kanunun kabul edilmesiyle 23 Nisan her yıl coşkuyla ve büyük bir mutlulukla milli bayram olarak kutlanmıştır.
4- 1924 23 Nisan’ın her yıl Mustafa Kemal (Atatürk ) emriyle Egemenlik Bayramı olarak kutlanmasına karar verilmştir.
5- 1927/ Ulusal Egemenlik Bayramı Türkiye Himaye-i Eftal (Çocuk Esirgeme) Cemiyeti’nin öncülüğünde daha ayrıntılı bir bayram kutlamasına dönüştürülmüştür.
6- 1929/ 23 Nisan Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından Türk Çocuklarına armağan edilmiş ve 23 Nisan Çocuk Haftasına dönüştürülmüş, zengin etkinliklerle kutlamalar yapılması gelenekleşmiştir.
7- 1935/ 27 Mayıs tarihinde kabul edilen “Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile 22 Nisan öğleden sonra ve 23 Nisan gününün Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kutlanması kanunlaşmıştır.
8- 1979 / 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramımız Yurtdışındaki temsilciliklerimizde de ve ilk olarak davet edilen dünya çocuklarının katılımıyla Uluslararası Çocuk Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır.
9- 1983/ 20 Nisan –1981 tarihli Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’da yapılan değişiklikle 23 Nisan “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak düzenlenmiştir. Böylece 1929 yılından bu yana Mustafa Kemal (Atatürk) ‘in bayram olarak çocuklara armağan etmiş olduğu “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ‘na “Çocuk” sözcüğü kanunla eklenmiştir.

Bu 23 Nisan’da yüzüncü yılını kutlayacağımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı coşku içinde kutlamamız salgın halini alan Corona Virüs nedeniyle olanaklı olmasa da, büyüklü küçüklü hepimiz bu bayramı içimizde çocuksu bir sevinç içinde yaşamalı, yaşatmalıyız.
Ulusumuzun kurtuluşa giden yolunda bir köşe başı taşı olan 23 Nisan’ı bize sonsuza kadar kutlayacağımız bir ulusal gün olarak armağan ve emanet eden Yüce Atatürk’e, O’nun silah arkadaşlarına, milyonlarca şehitlerimize sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz; ruhları sevinçli olsun. Ulusumuzun Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı tüm ulusumuza kutlu olsun. 23.04.2020
Ahmet Nişancı

ÖZGEÇMİŞİM ‘Değişikliklerle)

Ben Ahmet Nişancı,
Artvin’in Sümbüllü Köyü’nde doğdum, orada ilkokulu bitirdim. Son sınıfın ilk dönemine kadar Kars/Cilavuz İlköğretmen Okulu’nda okurken Çorum İlköğretmen Okuluna nakledildim ve mezun oldum. Bursa-Mudanya Misebolu (Aydınpınar) ilkokulunda bir yıl öğretmen ve müdür olarak çalıştım.
Bursa Eğitim Enstitüsü’nde Edebiyat Önlisansı ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Edebiyat Lisansı yaptım.
Yirmi yılı yöneticilik olmak üzere Artvin, Gümüşhane, Konya, İstanbul’da (Fatih, Ümraniye ,Üsküdar, Kadıköy ilçelerinde) ve yedi yılı Türk İşçi çocuklarının eğitim öğretimi ile görevli olarak Almanya’da ve iki yıl emekli olduktan sonra özel okullarda toplam otuz dört yıl Türkçe- Edebiyat Öğretmeni olarak görev yaptım.
Emekli olunca Muğla/ Marmaris’e yerleşerek on beş yıl orada yaşadım. Siyasal partilerden birinde danışma kurulu üyeliği ve parti öğretmenliği yanı sıra Atatürkçü Düşünce Derneği (2001-2003 döneminde başkanlık), Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Tüketici Hakları Derneği üyelikleri ve yönetimlerinde görev aldım. Marmaris Cumhuriyet Okurlarının (CUMOK) kuruculuğu ve sözcülüğünde bulundum.
Eşim Gülten Nişancı’nın sağlığındaki ileri düzeyli bozulma nedeniyle Sağlık Hizmetleri’nden daha iyi koşullarda yararlanabilmek için 2011 yılı başında Ankara’ya yerleştik. Uzun süre Web sitemde sürekli yazamadım. 19 Haziran 2018′ eşimi kaybetim. Tek çocuğum kızım Seda Devrim , Eşi Mehmet, toruunuum Egemen Güvenç ve kardeşlerime yakın oturmak üzere İstanbul’a yerleştim.
Sosyal etkinliklerime ve yazma çalışmalarıma daha fazla yer vererek İstanbul’da devam edeceğim.

DEĞERLİ KOMŞULARIMA

SARAY APARTMANI OTURANLARI
DEĞERLİ KOMŞULARIMA!..
Köyümüzün yerleşimi Çoruh Nehrinin tabanından başlayarak -ki orada deniz seviyesinden yükseklik en az 250 metredir- sürekli dikleşerek 1200 metreye ulaşır. Ailemize ait evimiz iki katlı, sekiz odalı, çift balkonlu yaklaşık 250 yıllık bir bina olarak bu zirvede yer alır ve on yıl önce restore ettirilerek büyük dedelerimizden yadigar olarak değerini korumaktadır.
Bizim çocukluğumuzda aniden bastırarak geceden yağan karın iki metreyi bulduğu, zemindeki ana kapıların tamamen kapandığı ve dışarıya çıkabilmek için ikinci kat kapı ve balkonlarını kullandığımız çok olmuştur.
Güneş, evimizin arkasında büyük çoğunluğu köknar (göknar) ağaçlarından oluşmuş dört yüz yılık ormanın tepesinden doğar.
Çocukluğumuzdan başlayarak alışkanlık haline getirdiğimiz bir aile geleneğimizdir sabahları pencereleri, balkon kapılarını açarak doğadaki temiz havayı eve davet etmek ve geceden kalan evde birikmiş kirli havayı evin dışına atmak.
9 Aralık 2019’da şu an içinde oturduğum 9 numaralı daireye taşındıktan beri de bu alışkanlığı bir gelenek gibi tek başıma sürdürüyorum; sabahları salonumun balkon pencere kapılarını açıyorum ve İstanbul’un cennet görüntülerinde gözlerimi dinlendirirken, yeşillikler içinden temiz havayı ciğerlerime çekerken, evimin kirli havasını doğanın doğal havasıyla takas ediyorum.
O sabah da aynı alışkanlığı sürdürürken, balkonumdan ön bahçe içindeki iğne yapraklı güzelim ağaçların kellelerini kesilmiş görünce gerçekten büyük şaşkınlık yaşadım. (Şimdilerde yanlış bir kullanımla “Şok oldum” dedikleri, “şoke olmak”tı bu.)
İğne yapraklı ağaçlar tepeleri kesilerek budanmaz; yağan yağmurlarla birlikte tepeden gelecek zararlılar bu ağaçları hastalıklı hale getirir ve belki de kurumalarına neden olur. Uyarmalıyım; tepesi kesilen bu ağaçların kesim yerleri ağaç macunlarıyla zaman geçirilmeden hemen kapatılırsa belki az bir zararla kurtarılabilirler. İğne yapraklı ağaçlar gövdenin 1/4 oranında altından ve budak bırakılmadan budanmalıdır. Bu budama biçimi ağacın nefes almasını, güçlenmesini, hem de güzel bir görünüm kazanmasını, ayrıca şehir içi yerleşimlerde alt katta , özellikle giriş katlarında oturanların görüşünün kapanmamasını sağlar.
Yaprak döken meyvesiz ağaçlar şehir içinde tepeden başlayarak budanabilirler. Böylece hem yana doğru büyümeleriyle daha fazla gölge yapabilmeleri sağlanır, hem de doğanın görüntüsü tablolaşır.
Yukarıdaki metni komşularıma bir olayı ve o olayın bende yarattığı ani tepkinin nedenini açıklamak gereğini duyduğum için yazdım. Aslında bu açıklamayı yüzyüze yapabilmek, hem de komşularımla tanışabilmek adına büyük bir hevesle yaptığım çay davetim kabul görmüş olsaydı, eminim ki komşuluk ilişkilerimizin güçlenmesine de katkı sağlayacaktı.
(Davete katılamıyacaklarını özürlerini belirterek önceden bildiren komşularıma – adlarını burada belirtmenin doğru olmadığını düşünüyorum- çok teşekkür ediyorum ince düşünüş ve davranışları için.)
Olay ve Gelişimi:
Ağaçların tepeden budandığı günün ertesi günlerde yine balkon kapılarını açmış dışarıyı seyrediyordum. Sokağımızın içinde, hemen çıkış kapımızın önünde gördüğüm tehlikeli bir durum nedeniyle yüksek sesle “Hop hop, hooop hooop ” diye bağırmaya başladım. Geri geri gitmekte olan bir otomobil. Elinden tuttuğu çocuğunu okula götürmekte olan bir anne ve çocuğu. Arkaları otomobile dönük anne ve çocuk durumun farkında değiller. Otomobilin sürücüsü beni duyup güçlü bir fren yapmasa, belki de talihsiz bir kazaya neden olacaktı.
Anneye seslendim: “Neden yolun ortasından yürüyorsunuz? Açıklamasında, yaya yolundaki elektrik direğinin yolu daralttığını ve ağaçlara sürtünerek geçerken ağaçların tozundan etkilendiklerini söyledi. Bu olaydan etikilenerek Yöneticimiz Ertan Bey’e bir mesaj gönderdim: “Ertan Bey, bahçedeki yeşil ağaçların ana yola dönük dal uzantılarının insan boyu seviyesinde duvar hizasında tıraşlanması “geçişlerde kirlenmenin önlenmesi yönünden uygun olur” diye düşünülebilir mi? Sanırım 1 Nisan 22.11’di. 22.15’de Ertan Bey yanıt verdi: “…ağaçlar için de söylerim mümkün olduğunca keserler artık…”
Birkaç gün sonra aynı anne ve çocuğu tehlikeyi yaşamalarına rağmen yine sokak içinden yaya yolunu kullanmadan yürür görünce ani bir kararla aşağıya indim ve bugün gördüğünüz biçimde ağaçları budadım. Budamayı yaparken dokuzuncu katta oturduklarını söyleyerek tanıştığımız iki komşumuz geldi ve ayaküstü söyleştik. Hatta biraz espri, biraz gerçek olarak yapraklarını döken ağaçların üstten budanmalarının iyi olacağını değerlendirdik. O arada telefonum çalınca komşularımızın mesajlarını da gördüm:
Bir Komşu: “Bahçemizdeki ağaçların kesilmesi ile ilgilii bilgisi olan var mıdır acaba?” 13.09
Kerem (Bey): “Kameralardan bakabilirsiniz eğer kayıt alıyorsa saati belli 10.30-12:30 arası” 13.25
Yönetici Ertan Bey: “Evet Kerem Bey teşekkürler hemen bakıcam” 13.30
AhmetNişancı (Ben): “Ertan Bey, ağaçların ön dallarını ben budadım.” 13.43
Yönetici Ertan Bey: “Ahmet Bey, sorması ayıp kimden izin aldınız bu işlemi yaparken” 13.44
Mesajların arkası kesilmez devam etsek. Hemen telefon ettim Ertan Bey’e. Azarlamasını da yedim tabii olarak. Canı sağolsun Ertan Bey’imin. Haklıdır. Durumun önemini gerekirse ben komşularıma anlatabileceğimi söyleyerek, kendisinin yönetici olarak sorumluluktan kaynaklı endişesinin haklılığını kabul ettim. “Olan olmuş artık!” diyerek üzüntüsünü belirtti Ertan Bey ve konuşmayı sonlandırdık.
Biraz da uzun bir biçimde burada anlattıklarımı yüzyüze konuşamadığımız için bu mektubu komşularıma yazmanın bir görev olduğunu düşündüm ve yazdım.
Merak ettiğim ve mümkünse yanıtlanmasını istediğim önemli bir sorum olacak komşularıma:
“Bu ağaçların tepeden kesilmesi nasıl bir kararla oldu ve niçin hiçbir komşum bunun yanlışlığını dile getirmedi ve çok hızlı bir şekilde benim budamam göze gelebildi?”
Yaptığım ani tepkimin doğru olduğunu savunmayacağım. Ani tepkilerin izin alma gibi bir anlayışı hiçbir zaman olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. İnsanlık tarihi, toplumun yanlışlardan arınmasında sayısız izinsiz başkaldırılarla doludur. Benim ki küçük bir tepki! Hem de zararsız bir tepki. Çünkü, hem budadıklarımın, hem de diğerlerinin içten ve dıştan aynı seviyede budak bırakmıyacak biçimde budanmasının ve ağaç alt bölümlerinin temizlenmesinin gerekliliğine inanıyorum. Araştırınız,uygun olduğunu sizler de göreceksiniz.
Herşeye rağmen, ağaçlar konusunda gösterdiğim tepkiyle sizlerden, özellikle Yönetici sorumluluğuyla tepki koyan Ertan Bey ve diğer üzdüklerimden özür diliyorum.
Ancak , “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak gerektiğini unutmayalım.”
Çay davetime gelemeyeceğini bildirmeyerek gelmeyenlere de gönül koymuyorum. Komşuluk anne babadan, kardeşten daha önemli bir akrabalık ilişkisi doğuran toplumsal bir dayanışmadır. Evlenirsiniz ayrı bir eviniz olur, anne babadan, kardeşten uzak kalırsınız; ama komşularınız hep vardır ve onlara duyacağınız güven, yaratılacak dayanışma “Komşu komşunun külüne muhtaç!” özdeyişini haklı kılar.
Çoğunuzu henüz tanımıyorum, ama benim için hepiniz çok değerlisiniz. Sıkıntım olursa en yakınım sizlersiniz. Sıkıntınız olursa her an sizin için koşmak boynumun borcudur. Kapım hep açık olacaktır komşularıma; günün her anında…
Komşuluk en önemli örgüttür. Örgütsüz toplum topaldır, aksaklıkları, sorunları tükenmez.
Güvenilir olalım, güvenilir güzel komşularımız olsun, güven içinde yaşayalım!..
Değerli Komşularım! Ben 77 yaşımdayım. Emekli Edebiyat Öğretmeniyim. Eşimi 19 Haziran 2018’de kaybettim. Ankara’da oturuyorduk eşimle. Kızımız Seda Devrim, Eşi Mehmet ve torunum Egemen GÜVENÇ Kızılay Caddesi’nde, iki kardeşim Ataşehir’de oturuyorlar.
Size “Hoş Buldum.” diyorum.
Sizleri saygı ve sevgi ile selamlıyorum… 14 Mayıs 2019
Ahmet Nişancı
9 numaralı apartman komşunuz
Tlf: 0505 575 28 68

KÖY ENSTİTÜLERİNİN KORUNAMAYAN DEĞERİ ÜZERİNE

KÖY ENSTİTÜLERİNİN KORUNAMAYAN DEĞERİ ÜZERİNE
Ahmet Nişancı 17 Nisan 2019
Bu yazı, Kuruluşunun 79. yılında ayrıntılara girmeden “Türkiye’de Köy Enstitülerinin Değeri” üzerinde bir çalışmadır.

Yüce Atatürk’ün, Kemalizm Prensipleri anlayışı içinde Köy Öğretmen Okulları ve Eğitmen Kursları örneğini izleyerek temeli atılan Köy Enstitüleri, Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün desteğiyle, Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un üstün emekleri ile kurulan en değerli ulusal eğitim kurumlarıdır. Bu kurumlar tamamen kendi insanımızın düşünüş ve planlarıyla, batıdan en ufak bir özenti ya da taklit edinimi olmadan yaratılmıştır.
Köy Enstitüleri, zorluklar içinde KURTULUŞ SAVAŞI’nı başararak KURULUŞ’u gerçekleştirmiş genç Türkiye Cumhuriyeti’nin zaman içinde modernleşmesine ve kalkınma politikasına doğrudan katkı sağlayan, dünyada henüz bir örneği gerçekleştirilememiş, çağdaş ülkelerin imrenerek izlediği, ülkemizin eğitim ve kültür alanına olduğu kadar, toplumun sosyalleşmesine ve bilgili toplum haline gelmesine, kalkınmasına üstün değerler katan insan yetiştiren fabrikalardır.
Köy Enstitülerinin kurululuşundaki temel amaç, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın öncülüğünün düşünüldüğü köyden kalkınma programının yürüyebilmesi için öncü kadro olarak köye öğretmen yetiştirmektir.
Başlangıçta Türkiye nüfusunun yüzde 80’i köylerde yaşamaktadır, hatta birçok şehir ve kasabası halkı da köylüdür ve tarımla geçim sağlamaktadır. Üretim araçlarına sahip olmayan Türkiye’nin köylüsünü kalkırdırmadan ülkenin kalkınması olası değildir. Köylerin kalkınması ülkenin kalkındırılmasının önünde lokomotif olacaktır.
Köy Enstitüsü’nden yetişecek öğretmen, köylünün bilgilendirilmesi, verimli üretim yapabilmesi için aydınlatılması yanında, büyük çoğunluğu köyde yaşayan ve okuryazar oranının çok düşük olduğu halkın ve çocuklarının eğitilmesine yardım edecektir. Eğitim alanında yapılacak girişimler toplumun aydınlanmasında öncülük görevi üstlenecektir. Öğretmen köyde sadece okuma yazma öğreten, halkın kültür düzeyinin yükseltilmesine katkı sağlayan bir öge değil, aynı zamanda toplum önderleridir.
Köy Enstitüleri’nin eğitim modeli ve uygulanacak eğitim programları (Müfredat) kendine has, özgün bir yapı olarak oluşturulmuştur. Bu yapının eğitim, öğretim metodunun ana karakteri, kişilerin yüz yüze olacağı, güvene dayalı, geleceğine özgüvenle bakabilmesini sağlayacak, bireye değer veren anlayışı sağlayacak bir program olacaktır. Köy Enstitülerinin köy için yetiştireceği öğretmenler, yaparak,uygulayarak köylüye rehberlik yapacaktır. Bu amaca yönelik olarak köye tayin edilen öğretmene uygulama bahçeleri olarak toprak verilecek, tohum, gübre, tarım aletleri yardımı yapılacaktır. Köylerimiz, kasabalarımız, hatta birçok şehrimiz için öğretmenler aydınlanma ve kalkınma hareketinin en önemli ögesi olacaktır.
Öğretmen, eğitim öğretim görevlerinin yanında, bulunduğu bölgenin iklim ve doğa yapısına uygun olarak ziraat, inşaat, sağlık, hayvancılık, arıcılık, bağcılık, balıkçılık v.b. konularında da köylüye öncülük yapacak, sanat ve spor alanında da örnekler oluşturacaktır. .
Bu programın öncüleri ve gerçekleştiricileri Milli Eğitim Bakanı HASAN ÂLİ YÜCEL ve İlköğretim Genel Müdürü İSMAİL HAKKI TONGUÇ’tur. Bu ikili geliştirdikleri Köy Enstitüleri çalışmasıyla Türk Eğitimi’nin en önemli kuramcıları olarak Türkiye’nin unutulmaz eğitimcileri arasında yerlerini almışlardır.
Tonguç, öğrenme ve öğretme becerisini kazanabilmek için yurtdışına gönderilerek iyi bir eğitimden geçmiş, kendisini geliştirmiş ve ülkenin yönetiminde çağdaşlık öncüsü Atatürk ve onun ekipleri tarafından çok iyi değerlendirilmiş; Hasan Âli Yücel de değerli bir Edebiyat Öğretmeni ve Eğitim Yöneticisi olarak verdiği eserlerle adı gibi yücelmiş , Türk Eğitim Tarihi’ne adını altın harflerle yazdırmış iki eğitimcidirler.
Hiç bir dış modelden etkilenmeden, Türk toplum yapısına uygun olarak tasarlanmış olan Köy Enstitüleri, dünya ölçeğinde özgün ve tek örnek eğitim kurumu olarak bütün dünyanın hayranlığını kazanmış bir modeldir.Köy Enstitüleri Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un eğitim yönteminde ülkemizde büyük bir eğitim hamlesine ve yeniliğe yol açtı. İş ve etkinlik ilkesiyle Türk Eğitimi’nde bütün dünya ülkelerinin takdirini kazanan ve özenilen bir kurum olarak çok önemli bir değer, kalkınma öncüsü oldu. Sonraları zaman zaman savsaklanan bu ilke dünya eğitimindeki genel eğilime de uyularak okullarımızca benimsendi. Bu yüzden Tonguç’a haklı olarak Türk Eğitimi’nîn Pestalozzi’si sıfatı verilmiştir. Köy enstitülerinden yetişenler de onu «Tonguç Baba» diye anarlar.
Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in ilanının ardından modernleşme sürecine giren Türkiye’nin tarihinde, kırdan başlayan bir kalkınma vizyonuna sahip planlı bir eğitim hamlesinin en etkin özneleridirler. Uzun yıllar süren bir ulusal savaşın ardından, ; ulusal eğitim ile yeni rejimin getirdiği toplumsal ve ulusal değerleri temel alan, bilimsellik ile yaşamın her alanında bilimin aydınlığını kullanan, laiklik ile eğitim üzerindeki dinsel baskıyı kaldırılan, demokratiklik ile demokrasinin öğrenilip yaşam tarzı haline getirilmesi önem kazanmıştır.
Halkçı ve hakçı eğitim ile kişiyi özgürleştirirken demokratik değerlerle halkın özgürlükçü değerlerini geliştiren, devrimci eğitim ile çağdaşlığı, aklın egemenliğini koruyarak yeni değerleri taşıyan, barışçı eğitim sağlanacaktır.
Ulusal eğitimle ülkenin değerleri korunacak, kişilere evrensel değerler kazandırılacak, işlevsellik ile bilgilerin günlük yaşamda işe yararlı olması ve insanları becerikli, üretken kılması sağlanacaktır.
Kız erkek birlikte karma eğitim ile kadın erkek eşitliğinin kabul edilebilirliği sağlanacaktır.
Köy Enstitülerinde dersler pratik, uygulamalı ve teorik olarak planlanmaktadır ve benzeri hiçbir ülkede mevcut olmayan bir eğitim modelidir.
Köy Enstitüleri tarıma elverişli topraklar üzerinde, özellikle trenle ulaşımın olanaklı olduğu bölgelerde ve ülkenin dört bir yanında kurulmuşlar, tüm köy çocuklarının okumasına olanak sağlayıcı bir planlamayla ülkeye serpiştirilmişlerdi.
Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 yılında 3803 sayılı yasa ile kurulmuştur ve öncelikle 4 Köy Öğretmen Okulu;
1- Eskişehir Çifteler (1939) / 2- İzmir Kızılçullu (1939) /
3-Kırklareli Kepirtepe (1939) / 4- Kastamonu Gölköy (1939)/
Köy Öğretmen Okulları Köy Enstitülerine çevrilmiştir.Devamında yine 1940 yılında;
5-Malatya Akçadağ Köy Enstitüsü/ 6-Antalya Aksu Köy Enstitüsü/
7-Samsun Akpınar Köy Enstitüsü/ 8-Adapazarı Arifiye Enstitüsü /
9-Trabzon Beşikdüzü Köy Enstitüsü / 10- Kars Cilavuz Köy Enstitüsü/
11-Adana Düziçi Köy Enstitüsü / 12-Isparta Gönen Köy Enstitüsü/
13-Balıkesir Savaştepe Köy Enstitüsü/ 14-Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü;
1941 yılında:
15-Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü / 16-Konya İvriz Köy Enstitüsü/
17-Sıvas Pamukpınar Köy Enstitüsü/
1942 yılında:
18- Erzurum Pulur Köy Enstitüsü/
1944 yılında:
19-Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsü/ 20-Aydın Ortaklar Köy Enstitüsü /
1948 yılında:
21- Van Erciş Köy Enstitüsü kurulmuştur.
Köy Enstitüleri ile ülkenin yüksek oranda bir kırsal nüfusa ve düşük bir eğitim düzeyine sahip olduğu göz önünde bulundurularak, köye ve kırsala öncelik veren, eğitim odaklı bir kalkınma planlanmıştır.
Böylece Köy Enstitüleri köylerin kültürel ve genel hayatlarında ileri bir seviye yaratacak, yeni ve ileri insan tipini temsil edecek, köylere ve köy karakterindeki kasabalara alışılmış metotları terk ederek daha ileri ve akılcı usullerle çalışma sağlayacak metotlara yer veren öğretmen tipi yaratacak bir eğitim sistemi öngörülmüş ve bunda başarılı da olunmuştur.
Yeni Türkiye Cumhuriyetinin başarıya ulaşabilmesinin önündeki en büyük engel yetişkin insan gücünün olmamasıdır. Ülkemiz savaş nedeniyle milyonlara varan şehitlerinin yanında en önemli yetişkin insanlarını da savaşa kurban/ şehit vermiş, kalkınmayı sağlayacak eğitimli kişilerden yoksun kalmıştır. Bu nedenle cumhuriyet sonrasında eğitim çalışmaları, diğer çalışmaların içinde önemli yer kaplamıştır. Özellikle Atatürk bu konunun üzerinde çok büyük bir titizlikle durmuş, kafa yormuştur.
Bugün Köy Enstitülerinin yok edilmesinin gerekçelerini gördükçe içimi sızlıyor. Çünkü bu kurumlar yaşatılabilmiş olsalardı, Ülkemiz’in bugün ulaşmış olacağı seviye Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği “Çağdaş Ulusların Üstüne Çıkmak” amacının gerçekleşmişliği olacaktı. Bu amaç büyük ölçüde de gerçekleştirildi.
Peki niçin kapatıldı ve nasıl kapatıldı bu ülkenin en güzel eğitim kurumları?
Atatürk’ten sonra Reisicumhur olan ve “Benim Çocuğum” diye adlandırarak kuruluşunda üstün gayreti bulunan İsmet İnönü nasıl oldu da bu okullarımızın kendi döneminde kapıtılmasını önleyemedi, ya da kapatılmasına razı oldu. 1948’de başlatılan kapatılma çalışmaları 27 Ocak 1954’de noktalandı.
Köy Enstitülerinin kapatılmasında en büyük güç, Türkiye’de bir türlü dengelenemeyen ağalık düzenidir. Cumhuriyet yönetimini benimsemedikleri için Atatürk’ün sağlığında devlet yönetiminde önemli görevler verilmeyen Osmanlı Artığı Toprak Ağaları ve “Padişah ekmeğiyle büyüdük.” diyerek Teokratik yönetimin sürmesi, en azından Meşrutiyet Yönetimi’yle yetinmek isteyen Kurtuluş Savaşında önemli görevler üstlenmiş, İsmet İnönü’nün iyi niyetle barışmak adına Atatürk’ten sonra önemli görevlere getirdiği Komutanlar Köy Enstitülerini kapatılmasında çok etkin oldular. Mecliste Cumhuriyet Devrimleri karşıtları Ağalar ve Meşrutiyet yanlıları çoğunluk oldular ve Köy Enstitüleri için yakıştırma iftira kampanyaları ile bu kurumların yıpratılmasını sağladılar. Hasan Âli Yücel’in ve İsmail Hakkı Tonguç’un görevlerinden alınmasıyla başlayan süreçte Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer’e Köy Enstitüleri’nin ipini çektirdiler. 1948 yılında başlayan süreç 1954 yılında tamamlandı ve bütün Köy Enstitüleri İlköğretmen Okulları’na dönüştürülerek Ülkenin “İyi İnsan Yetiştiren Fabrikaları” kapatıldı. Türkiye, geriye dönük sağcılarının başardığı bu yıkıntıyla, giderek daha sağa, en sonunda aşiretlerin yönettiği bir ülkeye doğru savruldu.
Atatürk’ün ileri öngörüsüyle kapattırdığı tekkeler, zaviyeler ve Mason Dernekleri İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında yeniden faaliyete geçirildiler. Köy Enstitüleri gerçeği yanında Halkevleri’nin de Demokrasiye Geçiş Aşaması’nda işlevsiz hale getirilmesiyle halkın aydınlanmasınının önü kapatıldı. Bol ölçekte açılan İmam Hatip Okulları, Kuran Kursları ve toplumun anlamadığı bir Arapça’yla yerine getirmeye çalıştığı kör ibadet yaptırımıyla toplumun gözü kapatıldı. Kur’an Dini, dinden çıkar sağlayıcı sahte dindarların elinde çeşitlendirildi. Ülkenin yönetimine hakim olmanın aracı haline gelen Kur’an, yeni yeni cemaatların yaratılmasıyla içinde din olmayan bir karmaşaya döndürüldü.
Bugün içinde yaşadığımız Türkiye, Atatürk’ün büyük emeklerle kurduğu Modern ve Çağdaş ve Bağımsız Türkiye değildir artık.
Ne oldu 1937’de Anayasamıza giren Kemalizm ilkelerine? Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Devletçilik, Devrimcilik ve Laiklik nerede? Kim yeniden bu ilkelerin yaşatılmasının önünü açacak? Bu ilkeler ülkemizin kalkınmasının önündeki ışıklardı, lokomotiflerdi.
Cumhuriyet’in kuruluşunda bu milletin tırnaklarıyla yarattığı ekonomik ve kültürel zenginlikleri ve dünya ülkeleri arasındaki saygın yeri tek tek yok edilmiş, yerli ve yabancı işbirlikçilerin hainlikleriyle ülkemiz Ekonomik, Sosyal, Kültürel ve Siyasal anlamda dışa bağımlı hale getirilmiş, yoksul bırakılmıştır.
Köy Enstitüleri gerçeğinden hareketle vardığımız noktaya bakınız;
Çocuklarımıza, torunlarımıza bırakacak kalkınmış bir ülke özlemimiz her geçen gün soygunlar, vurgunlar, sınır tanımayan hainliklerle yok oluyor.
Yazık! Çok Yazık Bu Ülkemize! Çok Yazık Bu Ülkenin İyi İnsanlarına!…

DEMOKRASİYE VE BAĞIMSIZLIĞA DÖNÜŞÜN YOLU: KEMALİZM

DEMOKRASİYE VE BAĞIMSIZLIĞA DÖNÜŞÜN YOLU: KEMALİZM
(Bu yazı bağımsızlık ve demokrasi düşüncesine inanmış milyonlarca Türk insanımıza bir çağrıdır.)
Günlerdir, aslında yıllardır sürdürülmekte olan bir demokrasi oyununun yeniden sahnelendiğine tanıklık ediyor Türk Ulusu.
Kendilerinin kazanmalarının dışında bir senaryo düşünmeyenlerin düştüğü bu acı durum Türk Ulusu’nun yüreğine inecek denli sarsıntılı bir durum arz ediyor.
Demokrasi, bağımsızlık erdemini içtenleştirememiş, yürekli yönetenler yetiştirememiş ve göreve getirememiş ülkelerin hakkı olamayacak bir ulu kavramdır.
Yüce Atatürk’ün yaşamının bittiği günün ertesinde başlayan saltanat ve şeriat özlemcilerinin yeraltına inmiş çalışmaları, İnönü’nün iyi niyetle küskünlerle barışma anlayışıyla T.B.M.Meclisi’ne taşınmasıyla başlayan geriye dönüş, Türk Bağımsızlığı’nın da, Demokrasi’nin de çanına ot tıkamakta adım adım ilerleyerek bu güne kadar büyük bir ilerleme kaydetti.
Şu anda Türkiye’mizde ne yazık ki Demokrasi askıya alınmıştır ve idam hükmünü bekleyen bir korumasız zavallı durumuna indirgenmiştir.
Ülkemiz 100 (yüz) yıl öncesinin korkunçluğunu yaşayan bir korumasızlık içindedir. Dış güçlerin – başta Siyonist para babalarının yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri, Nato, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler Örgütü de dahil – acımasızca herşeye egemen olmak isteyen gem vurulamaz arzuları ve içte onlara yaranarak kendi varlıklarını sürdürmek isteyen yandaşlarının çabaları Ülkemizi “Yok” denecek düzeyde bir sömürge durumuna doğru itelemektedir, ülkemiz bir belirsizliğe doğru savrulmaktadır. Ülkemiz şu anda bağımsız değildir. Ulusumuzun yeniden yaşatılması, yeniden yaratılması için yeni bir “Bağımsızlık Savaşı'”na gereksinmesi olduğu zamanları yaşamaktayız.
Ülkeler artık ölüm saçan makinelerle işgal edilmiyor; ekonomik özgürlüğünü elinden aldığınızda ve Dünyayı Yönetmek İsteyenler’in buyruklarına bağlayıcı sözleşmelere/ antlaşmalara mühür bastırıp razı ettiğinizde, yani bağımsızlığını kendi egemenliğinize aldığınızda o ülkeyi işgal etmiş oluyorsunuz; artık o ülkenin topraklarına da, üretim alanlarına da sahipsiniz. Artık o ülke sömürülmesi gerçekleştirilmiş bir köleler topluluğudur.
Bu düşünceler ışığında elbette ki kurtuluş ararsınız değil mi? Peki var mıdır kurtuluş umudu ve yolları? Asıl soru ve cevap bekleyen soru budur.
Evet kurtuluş vardır ve yanıtı da tektir;
bağımsızlığı yeniden kazanmak için savaşım.
Savaşımı kim verecek ve hangi yöntemler uygulanacaktır ki başarı elde edilebilsin, bağımsızlık yeniden kazanılabilsin?
Bu sorunun da tek bir yanıtı vardır ve başarıyı, bağımsızlığımızı yeniden sağlayacak tek yoldur;
TEK YOL ÇAĞRISI:
YENİDEN BAĞIMSIZ BİR TÜRKİYE YARATMAK İÇİN KEMALİZM İLKELERİNİN UYGULANACAĞI BİR YÖNETİMİ GERÇEKLEŞTİREBİLMENİN DEMOKRATİK ORTAMINI YARATABİLMELİYİZ.
TÜRKİYE’DE YENİDEN DEMOKRATİK ORTAMI SAĞLAYABİLMEK İÇİN DEMOKRASİYE İNANAN BÜTÜN DEMOKRATİK SOSYAL , KÜLTÜREL, SENDİKAL, SİVİL TOPLUM VE SİYASAL KURULUŞLARIN BİRLİĞİNİ SAĞLAYACAK BİR ÖRGÜTE VE BU ÖRGÜTE LİDERLİK YAPACAK GÜVENİLİR BİR ÖNDERE GEREKSİNİM VARDIR.
BU ÜLKEDE DEMOKRASİYE TUTKUN, BAĞIMSIZLIK ÜLKÜSÜNÜ TAŞIYACAK VE YAŞATMAK İÇİN YAŞAMINI HİÇE SAYACAK BİNLERCE YETİŞKİN, SİYASAL VE KÜLTÜREL BİRİKİM SAHİBİ İNSANIMIZ VARDIR.
ARTIK MAVİ GÖZLÜ, SARI SAÇLIYI BEKLEME DÜŞÜNCESİNİ BIRAKALIM; BÖYLE BİRİNİ BEKLEYEREK KAYBEDİLECEK ZAMANLARDA DEĞİLİZ. AMA YİNE DE MAVİ GÖZLÜ SARI SAÇLI “MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN” TEK VE KESİN BAŞARI SAĞLAYACAK BAĞIMSIZLIK İLKELERİ BİZE YOL GÖSTERECEKTİR; KEMALİZM PRENSİPLERİ!

Not: Bir sonraki yazımda “Kemalizm Prensipleri”ni yazacağım.
Bundan sonra yazılarımı “ahmetnisanci.com” veb sitemden ve uygun gördüğü, izin verdiği ölçüde Değerli Dostum Sayın Ahmet Saltık(bey)’ın ” ahmet saltik.net” sitesinden izleyebilirsiniz.

DEMOKRASİYE VE BAĞIMSIZLIĞA DÖNÜŞÜN YOLU: KEMALİZM

DEMOKRASİYE VE BAĞIMSIZLIĞA DÖNÜŞÜN YOLU: KEMALİZM
(Bu yazı bağımsızlık ve demokrasi düşüncesine inanmış milyonlarca Türk insanımıza bir çağrıdır.)
Günlerdir, aslında yıllardır sürdürülmekte olan bir demokrasi oyununun yeniden sahnelendiğine tanıklık ediyor Türk Ulusu.
Kendilerinin kazanmalarının dışında bir senaryo düşünmeyenlerin düştüğü bu acı durum Türk Ulusu’nun yüreğine inecek denli sarsıntılı bir durum arz ediyor.
Demokrasi, bağımsızlık erdemini içtenleştirememiş, yürekli yönetenler yetiştirememiş ve göreve getirememiş ülkelerin hakkı olamayacak bir ulu kavramdır.
Yüce Atatürk’ün yaşamının bittiği günün ertesinde başlayan saltanat ve şeriat özlemcilerinin yeraltına inmiş çalışmaları, İnönü’nün iyi niyetle küskünlerle barışma anlayışıyla T.B.M.Meclisi’ne taşınmasıyla başlayan geriye dönüş, Türk Bağımsızlığı’nın da, Demokrasi’nin de çanına ot tıkamakta adım adım ilerleyerek bu güne kadar büyük bir ilerleme kaydetti.
Şu anda Türkiye’mizde ne yazık ki Demokrasi askıya alınmıştır ve idam hükmünü bekleyen bir korumasız zavallı durumuna indirgenmiştir.
Ülkemiz 100 (yüz) yıl öncesinin korkunçluğunu yaşayan bir korumasızlık içindedir. Dış güçlerin – başta Siyonist para babalarının yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri, Nato, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler Örgütü de dahil – acımasızca herşeye egemen olmak isteyen gem vurulamaz arzuları ve içte onlara yaranarak kendi varlıklarını sürdürmek isteyen yandaşlarının çabaları Ülkemizi “Yok” denecek düzeyde bir sömürge durumuna doğru itelemektedir, ülkemiz bir belirsizliğe doğru savrulmaktadır. Ülkemiz şu anda bağımsız değildir. Ulusumuzun yeniden yaşatılması, yeniden yaratılması için yeni bir “Bağımsızlık Savaşı'”na gereksinmesi olduğu zamanları yaşamaktayız.
Ülkeler artık ölüm saçan makinelerle işgal edilmiyor; ekonomik özgürlüğünü elinden aldığınızda ve Dünyayı Yönetmek İsteyenler’in buyruklarına bağlayıcı sözleşmelere/ antlaşmalara mühür bastırıp razı ettiğinizde, yani bağımsızlığını kendi egemenliğinize aldığınızda o ülkeyi işgal etmiş oluyorsunuz; artık o ülkenin topraklarına da, üretim alanlarına da sahipsiniz. Artık o ülke sömürülmesi gerçekleştirilmiş bir köleler topluluğudur.
Bu düşünceler ışığında elbette ki kurtuluş ararsınız değil mi? Peki var mıdır kurtuluş umudu ve yolları? Asıl soru ve cevap bekleyen soru budur.
Evet kurtuluş vardır ve yanıtı da tektir;
bağımsızlığı yeniden kazanmak için savaşım.
Savaşımı kim verecek ve hangi yöntemler uygulanacaktır ki başarı elde edilebilsin, bağımsızlık yeniden kazanılabilsin?
Bu sorunun da tek bir yanıtı vardır ve başarıyı, bağımsızlığımızı yeniden sağlayacak tek yoldur;
TEK YOL ÇAĞRISI:
YENİDEN BAĞIMSIZ BİR TÜRKİYE YARATMAK İÇİN KEMALİZM İLKELERİNİN UYGULANACAĞI BİR YÖNETİMİ GERÇEKLEŞTİREBİLMENİN DEMOKRATİK ORTAMINI YARATABİLMELİYİZ.
TÜRKİYE’DE YENİDEN DEMOKRATİK ORTAMI SAĞLAYABİLMEK İÇİN DEMOKRASİYE İNANAN BÜTÜN DEMOKRATİK SOSYAL , KÜLTÜREL, SENDİKAL, SİVİL TOPLUM VE SİYASAL KURULUŞLARIN BİRLİĞİNİ SAĞLAYACAK BİR ÖRGÜTE VE BU ÖRGÜTE LİDERLİK YAPACAK GÜVENİLİR BİR ÖNDERE GEREKSİNİM VARDIR.
BU ÜLKEDE DEMOKRASİYE TUTKUN, BAĞIMSIZLIK ÜLKÜSÜNÜ TAŞIYACAK VE YAŞATMAK İÇİN YAŞAMINI HİÇE SAYACAK BİNLERCE YETİŞKİN, SİYASAL VE KÜLTÜREL BİRİKİM SAHİBİ İNSANIMIZ VARDIR.
ARTIK MAVİ GÖZLÜ, SARI SAÇLIYI BEKLEME DÜŞÜNCESİNİ BIRAKALIM; BÖYLE BİRİNİ BEKLEYEREK KAYBEDİLECEK ZAMANLARDA DEĞİLİZ. AMA YİNE DE MAVİ GÖZLÜ SARI SAÇLI “MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN” TEK VE KESİN BAŞARI SAĞLAYACAK BAĞIMSIZLIK İLKELERİ BİZE YOL GÖSTERECEKTİR; KEMALİZM PRENSİPLERİ!

Not: Bir sonraki yazımda “Kemalizm Prensipleri”ni yazacağım.
Bundan sonra yazılarımı “ahmetnisanci.com” veb sitemden ve uygun gördüğü, izin verdiği ölçüde Değerli Dostum Sayın Ahmet Saltık(bey)’ın ” ahmet saltik.net” sitesinden izleyebilirsiniz.

BASIN SUSTURULMAYA ÇALIŞILDIKÇA

BASIN SUSTURULMAYA ÇALIŞILDIKÇA
DOĞRU BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI 6 Şubat 2010
ahmetnisanci@windowslive.com

Demokrasinin “Olmazsa olmaz.”ı dördüncü gücü görsel ve yazınsal basınımızın vefalı, özverili çalışanları, toplumun bilgilendirilmesi amacına yönelik olarak yağmur, kar, fırtına, dağ taş, dere tepe, köy, şehir,“Hastayım, anam öldü, bugün çalışamam.” Demeden koşuşturup durur her gün, her saat.

Basın görevlisi “Haber yapacağız.” Derken, hapishaneden salıverilişlerinde bir kahraman gibi karşılanan kendi katillerini bile protesto etmeyi düşünmez, o katilin, basın ordusunu kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullandığını bile bile, birbirlerini çiğnercesine katilin peşinden koşar haber uğruna.

Habercilik yapanlar, doğru ya da yanlış toplumsal olaylara, gelişimlere, uygulamalara ışık tutar, ayna olur, çalışmalarıyla toplumun yapısının insana yakışır gelişiminde halk adına en önemli köşe taşı görevi üstlenir, bir kamu görevlisi olarak çalışır. Bu uğurda toplum için en fazla saldırıya uğrayan, canı yakılan ve devleti yönetenlerce yeterince koruma altına alınmayan basın çalışanlarının görevlerini ne denli zor koşullarda yaptıklarını görmemek ve onlara arka çıkmamak kadar büyük bir vefasızlık olamaz.

3 Şubat 2010 günü Marmaris Kanal 48 kameramanı ve habercisi ERTUĞRUL YILMAZ Asparan mevkiinde görev yaparken kendini bilmez aşağılık kişilerce çirkin, çirkin olduğu kadar da hukuk dışı bir saldırıya uğramış ve yapılan darp sonucu yaralanmış, eğe kemikleri kırılarak tedavi altına alınmıştır.

Biz CUMHURİYET OKURLARI olarak Değerli kardeşimiz ERTUĞRUL YILMAZ’a geçmiş olsun der ve acil şifalar dileriz. Ertuğrul Yılmaz’a yapılan bu saldırıyı tüm basına ve halkımızın haber alma hakkına yapılmış bir haksızlık, kabalık, çirkinlik, barbarlık olarak görüyoruz, şiddetle kınıyoruz, lanetliyoruz.

Olay Marmaris’te ve yurt genelinde büyük yankı uyandırırken, olaya neden olan kişilerin henüz yakalanmamış olması yetkililerin olaya yaklaşımlarında yeterli ilgiyi göstermedikleri anlamını da beraberinde getiriyor.

Olayın aydınlatılması için suçluların bir an önce yakalanarak adalete teslim edilmesi ve suçluların yasa önünde en ağır biçimde hak ettikleri cezayı almaları bu tür saldırıların önlenmesi adına da bir tedbir olmanın ötesinde bir gereklilik ve zorunluluktur da.

Ülkeyi yönetenlerin demokrasiden yana olduklarına inanmak istiyor insan. Ama son zamanlarda basının iktidarların borazanı olması için yapılan baskılar ve susturulmaya çalışmalar göz önüne alındığında görünen şudur: Basın bizim basınımız olsa da, bu köy bizim köyümüze benzemiyor.

Basın özgürlüğü ve korunması son yıllarda kime emanet?

Bilen var mı?

Açıklamalar:
1.Bu yazı Marmaris Cumhuriyet Okurları Basın Açıklaması içeriğinde kaleme alınmıştır
2.Daha önce “BAKIŞ” adıyla bu köşede yayımlanan yazılarım “Ali Bulunmaz” arkadaşımızın yazılarının da “BAKIŞ” adıyla yayımlanması nedeniyle bundan böyle “DOĞRU BAKIŞ” adı altında yayımlanacaktır.

EŞKİYANIN NE YAPACAĞI HİÇ BELLİ OLMAZ

EŞKİYANIN NE YAPACAĞI HİÇ BELLİ OLMAZ
DOĞRU BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI
23 ŞUBAT 2010
Şimdi biz Türk Ulusu olarak çok partili bir demokrasi içinde, bağımsız bir ülkede, özgürlük içinde mi yaşıyoruz? Bu soruya “Evet!..”demeyenin aklına şaşılır.Neden mi? Neden çoook!. Kimlerin söylediğini biraz okuma yazması olan, basını izleyen herkesin bildiği aşağıdaki birkaç söz, ülkemizde özgürlüklerin ne kadar sınırsız olduğunu kanıtlamaya yeter, hatta fazla gelir
“Ben vatanı iyi bir kadın memesine satarım!”
“Düne kadar onlar bizi fişliyorlardı, şimdi sıra bizde. Yahu hükümet biziz, yapılan her şeyi biz yaparız!”
“Tükürürüm ben böyle sanatın içine!”
“Tüü size’”
Genelkurmay Başkanı’nın dinlendiği, başbakanının “Beni de dinlemişler!” diye dert yandığı özgürlükleri sınırsız bir ülke.
Ve son zamanlarda ülkemizin gündeminden düşmeyen akla gelmedik, insanımızın yanıtını bulmakta gerçekten zorlandığı olaylar…
İnsanlarımızın kendileri için duymakta oldukları bir kaygıdan çok, ülkemizin, laik cumhuriyetimizin geleceği adına büyük korku yaşanıyor toplumda. Birbiriyle dost insanların barış içinde yaşadığı ülkemiz her geçen gün yeni kavgaların içine itiliyor, ayrıştırılıyor.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın mimarı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin önderi Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı ve Cumhuriyetimizin ilk başbakanı, ikinci cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün söylediği bir söz hiç aklımdan çıkmıyor bu günlerde:
“Eşkiyanın bu gece yarısı ne yapacağı hiç belli olmaz!”
Yapıyor da!
Toplumsal bir bunalıma, bıkkınlığa, yılgınlığa itilmek istenen bir toplum yaratılmak istendiğini fark etmeyecek, yadsıyacak kaç insan bulunabilir bugün? Kargaşa içinde yaşamaya, umutsuzluğa zorlanan bir toplum yaratılarak nereye varılmak istendiğinin yanıtını ve bu karışık ortamdan kurtuluşun reçetesini verebilecek akil önderler arıyor insanlar.
Toplumumuz, büyük bir şaşkınlık ve endişe içinde, gece mezarlıktan geçerken yüksek sesle ıslık çalarak korkusunu yenmeye çalışan insanların huzursuzluğunu yaşıyor. İnsanlar yanlış ve yasal olmayan bir işlemin içinde olmadıkları halde bulundukları ortamdan korkar, ürkütülür hale gelmeye zorlanıyorlar.
Ulusal Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı verilen korkunç, ama korkusuz bir savaştı. Bu savaş sonunda bağımsız bir ulus ve özgür yurttaşlardan oluşan Türk Milleti yaratıldı.
Türkiye Cumhuriyeti laik yapısıyla çağdaşlaşmanın, uygarlaşmanın, gericiliğe karşı aydınlanmanın utkusuyla kuruldu. Yokluk, yoksulluk içinde yaşayan halk, yönetenlerince hiç aldatılmadan, hiç sömürülüp soyulmadan, biraz uzun zamanda, ama her şeyi olabildiğince eşit paylaşarak kalkındırıldı, bugünkü varlıklarına ulaştırıldı. Belki henüz her bakımdan ve herkes için gönençli bir yaşam sağlanamadıysa da, hem halk, hem devlet zenginleşti karma ekonomi ve planlı kalkınma sayesinde. Ama son birkaç yıl içinde o varlıklar uçup gitti, insanlarımız ve ulusumuz yoksullaştırıldı.
İnsanları mutlu edecek ve güçlü kılacak devletinin büyüklüğü, güvenilirliğidir. Devleti büyük ve güvenilir kılacak olan ise içte ve dışta düşmana korku, dosta güven verecek güvenlik güçleri ve ordusunun varlığıdır. Bizim ordumuz bu bakımdan dünyadaki hiçbir orduya benzemeyen yüksek karakteri, mükemmel savunma ve gerektiğinde düşmana korku salacak üstün savaşım gücüyle milletimizin göz bebeğidir. Böyle bir ordu ve o ordunun başkomutanı için kim şu sözleri söyleyebilir:
”Hiçbir komutan iyi bir insan değildir. Bir kitlenin ölümü için emir veren biri iyi bir insan olamaz. Bu bağlamda Mustafa Kemal de kötü bir insandır!” İyi bir kadın memesine vatanı satabileceğini söyleyen kişidir bu sözü söyleyen kişi.
“Ülke savunması söz konusu olmadıkça savaş bir cinayettir.” Diyen Atatürk için diyor bu sözleri bu kişi, hem de sözüm ona iyi eğitimli, iyi okuryazar olan bir kişi.
Niçin diyor? Şeyh Sait İsyanı’nı, Menemen Olayı’nı, Tunceli Hareketi’ni, yani Cumhuriyet karşıtı asi eylemlerini bastırdığı için. Ne yapmalıydı Atatürk ve o dönemin yönetenleri? Bıraksalardı o asilere meydanı ve ulusun binlerce şehit kanıyla sulayarak kazandığı bu yurdu, yeniden gericiliğin, ümmetçiliğin, kabile hayatının ve yabancılara işbirlikçilik yaparak, kesin bir sömürü düzeninin oluşumuna mı teslim etselerdi?
Bir başka hızla gelişen yeni bir iç sömürge de şeyhler, şıhlar, hocaefendiler düzeni… Allah kelamı Kur’an’ın yol göstericiliğini yeterli bulmayarak ortaya çıkan bu kadar çok tarikatlar ve tarikat erbapları kimi kandırmaya çalışıyorlar? Hazreti Muhammet (S.A.V.) zamanında niye tarikat yok? Bir de şimdi bakınız. Sanki Yüce Allah’ın kitabı yetmiyor müslümanlarımıza yol göstermeye; ortalık tarikatlar (yol gösterici), tarikat şeyhleri, dervişleriyle dolup taşıyor. İskenderpaşa, Menzil, Nur, Milli Mücadele, Kadiri, İsmailağa, Halveti/Şabaniye, Hakikat, İcmal cemaatleri/ tarikatları. Ve kendilerine yönelmeyenlere karşı kin, nefret tohumları eken bu din satıcıları, Allah’la kul arasında komisyonculuk yapıyorlar. Büyük bir işbirliği içinde, bir koalisyon olarak iktidarlara da yol göstermeyi başarıp, kendileri için iyi bir yol açmaya çalışıyorlar Bütün bunlar niçin oluyor? Devletin temeli olan adalet iyi işlemediği için, adaletin bağımsızlığına gölge düştüğü için. İçeride ve dışarıda ülkemizi sevmeyenler, ülkemize zarar vermeye çalışanlar olduğu için.
.Haklıdırlar, haklarıdır, tabiidir (!?)…
Ey siz ulus devletten, tam bağımsızlıktan, haktan, hukuktan, özgürlüklerden yana olanlar! Siz ulusal koalisyonlar kurmayı başaramazsanız, elin oğlu atı alır, Üsküdar’ı geçer gider işte böyle!..

DAHA İYİ BİR TÜRKİYE
DOĞRU BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI
26 Mayıs 2010

“Artık daha fazla demokrasi isteyin” demiştim geçen yazımda ve demokrasinin sağlıklı işlemesi için gerekli görülebileceğini düşündüğüm işlevler arasında önemli gördüklerimi sıralamıştım. Şimdi de diyorum ki “Türkiye için daha fazla demokrasi istemek yetmez, daha iyi bir Türkiye istemeliyiz.”
Nedir daha iyi bir Türkiye ile istenilen?
Eğitim: Her şeyden önce bir ülkenin daha iyi olabilmesi için çağdaş verilere uygun insanlar yetiştirmek üzerine kurulmuş modern eğitim kurumları oluşturmak ve insan kalitesini yükseltmek amaç olmalıdır. Ana sınıflarından üniversitelere değin her insanı yeteneği ölçüsünde eğitimin içinde tutmak ve ülkenin yüksek çıkarları doğrultusunda dürüst, çıkarsız, idealist olarak yetiştirmek ve yetiştirilen insanları verimli bir şekilde çalıştırmak devletin ana görevi olmalıdır. Bunun ayrıntıları bir başka yazının konusudur.
Ekonomi: Ekonomide reel sektörün iç piyasadaki gücü rekabet sağlayıcı bir sistemle güçlendirilmelidir. Topraktan üreteni, küçük ve büyük sanayiciyi ve dış ticaret satımcılarını başka ülkelerin satıcılarıyla rekabet edecek güce ulaştırarak ulusal ekonominin güçlenmesine yardımcı olmak devletin görevi olmalıdır. Ekonomi yönetiminin tek çatı altında toplanmasında hızlı planlamalar için gereklilik olduğu çok açıktır.
Enerji kaynakları: Türkiye enerji yoksulu bir ülke görünümündedir. Petrol ve doğalgaz için dışa ödediklerimiz büyük bir kaynak tüketiciliği olarak şimdilik zorunlu görülüyor. Alternatif enerji kaynaklarına yönelmede gecikilen her geçen gün ülkemiz için büyük kayıplar oluşturuyor. Bir an önce rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi, biyoyakıt, jeotermal enerji kaynaklarını harekete geçirecek düzenlemeler ülkenin üretim gücünü artırmada etkili olacaktır. Nükleer enerji kullanımının bilimsel veriler ışığında ayrıntılı olarak yeniden değerlendirilmesinde fayda vardır.
Dış politika ve güvenlik: Güç dengelerinin kurulamadığı bir dünya güvenli değildir. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle ağırlıklı olarak ABD eksenli olarak yürütülen Türkiye dış politikası ve bağımsızlıktan ödünler isteyen AB ile bütünleşme süreci Türkiye için belirsizliklerle doludur.
Rusya, Çin ve Hindistan üçgeninde İran’ın nasıl bir tutum takınacağı konusu boşluktadır. Son zamanlarda ABD’nin İran ile olan ilişkilerindeki gelişmeler bir sürü yeni sorular oluşturuyor kafalarda. Türkiye, dış politikasını oluşturma ve dış güvenliğini sağlamada tam bağımsızlık ilkelerini zedelettikçe güvenli bir ortamda yaşamıyor demektir. Türkiye, batıda Avrupa Birleşik Devletleri, ABD, Latin Amerika, doğuda Rusya, Çin, Hindistan ve İran arasında bir barış ülkesi olarak yaşayabilmenin dengelerini ancak bağımsız politikalarla sağlayabilir.
Siyasetin yeniden yapılandırılması, kamunun yönetilmesinde yeni yöntemler ve sosyal politikalar, sağlık ve iç güvenlik tedbirleri, yerel yönetimlerin merkezle olan bağlantılarının doğru değerlendirilmesi ve merkezi yönetimin ağırlığı gibi konular bir başka yazıda tek tek ele alacağımız ve Daha İyi Bir Türkiye için değerlendirilecek önemli satır başlarıdır.
Türkiye halkı uzun süredir insanlarımızın akıllarını karıştıracak denli hızlı ve gereksiz konularla değiştirilen gündemlerden yorgun düşürülmüştür.
Türkiye halkı,Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki yeni CHP ile Artık Daha Fazla Demokrasi ve Daha İyi bir Türkiye düşünmeli!..

BATI VE BATILININ AÇILIMI: MODERN SOYGUNCU

BATI VE BATILININ AÇILIMI: MODERN SOYGUNCU
DOĞRU BAKIŞ/ Ahmet NİŞANCI
19 Mart 2010
“Batı” dendiğinde sonsuzdur hayranlıkları. Konu batıdan açıldığında kendini aydın sanan yarı cahiller “batı”nın çok uygar olduğundan, demokrasinin, insan haklarının, erdemliliğin en güzel biçimde orada yaşatıldığından dem vuruyorlar. Neresidir, kimlerdir böylesine el üstünde tuttukları batı?
Türk’ün ulus kimliğini ortadan kaldırmak isteyenler…
Etnik ayrımcılığı körükleyerek ulusal birliğimize göz koyanlar…
IRA, ETA, BASK gibi ayrılıkçı terör örgütlerinden çok çekmiş ve terörün nasıl bir bela olduğunu yaşayarak öğrenmiş olmalarına rağmen, PKK terör belasını el altından hem maddi, hem manevi anlamda destekleyerek Türk’ün başına saranlar…
Ulusal varlıklarımızı yok pahasına özelleştirme yoluyla ele geçirmeye çalışanlar ve bu uğurda oldukça büyük bir yol kat etmiş olanlar…
Demokrasiyi kendileri için en iyi biçimde yaşamaya ve uygulamaya çalışırken az gelişmişleri ya da gelişmekte olduğunu varsayacağımız ülkeleri kendileri için kul köle yapmanın yolunu arayanlar…
İşlerine geldiği için, birbirine düşmanlıktan öteye yakınlığı olmayan farklı etnik kimliklileri tek çatı altında –Kuzey ve Güney Kıbrıs örneğinde olduğu gibi- birleşmeye zorlarken, ulus kimlikli ülkeleri –Yugoslavya örneğinde olduğu gibi- param parça edenler…
Küçük gördükleri uluslar içinde küçük ölçekli etnik, dinsel, kültür ayrımcılığı savaşları çıkararak, kendi emperyalist ve ideolojik amaçlarına hizmet ettirmek için küçük ulusları kendi içlerinde kırımlara uğratanlar…
Cinayet, ırza geçme, etnik temizlik ve işgal savaşlarını yürütenler…
Orta ve Güney Amerika’da acımasız baskıları ve köylü savaşlarını, Asya ve Afrika’da milliyetçi terörizmi, Ortadoğu’daki Petrol savaşlarını, Japonya’daki gaz saldırılarını, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yabancı karşıtı öldürme eylemlerini örgütleyenler…
Pembeydi, turuncuydu renkler aldatmacasında ülkelerin yönetimlerini ele geçirme kurnazlıklarını tezgâhlayanlar…
Ve Ergenekon tezgâhlarını kuranlar…
Batı dedikleri bunlardır işte: Modern soyguncular!..
Atatürk’ü batı hayranı gibi göstermek isteyenlere duyurulur ki Atatürk batı hayranı değildi. Batının ne hinoğlu hin olduğunu Atatürk’ten daha iyi kim bilebilirdi? Bilmeyenlere, O’nun hangi koşullar altında neler yapabildiğini yeniden incelemelerini, demeçlerinin, söylevlerinin içeriğine yeniden dikkatle bakmalarını ve onlardaki yüksek anlamları kavramaya çalışmalarını öneririm; eğer uluslarını, ülkelerini gerçekten seviyorlarsa bu öneriye kulak verirler.

Atatürk, batı değil “çağdaş uygarlık” diyordu.
Çağdaş olmak, uygar olmak ne demek? Adam olmak demek, adam olmak… Adam gibi adam olmak!
Batı dedikleri yerde ara ki bulasın adamı…
Soyguncudan adam olmaz!